Hafıza-i Beşer: Osmanlı Yazmalarından Hikâyeler sergimizden ilhamla Trendeki Yabancı dergisi ile bir öykü dizisi hazırladık. 6 yazarın 6 hikayesi 6 hafta boyunca her Pazartesi günü İAE Blog’da ve 1 Şubat’ta Trendeki Yabancı’da! Dizinin ilk öyküsü Onur Orhan imzalı “Hüsn-ü Misal”. Sıradaki öyküler Berkan Şimşek, Hikmet Hükümenoğlu, Dilşad Çelebi, Fatma Nur Kaptanoğlu ve Emirhan Burak Aydın’a ait olacak. Keyifli okumalar.
Mukaddime
Hayy Hak!
Perdemiz sanılmasın yalnız ibret içündür
Zevk ile keşf ile hakikati seyr içündür
Her gölge vesiledir eşyadaki esmâya
Cümle âlem kanıttır o ulu müsemmâya
Gaflet örtüsü, nur-ı tecellî ile ışır
Ol eşyanın sırrına tefekkürle varılır
Bu rıza lokmasıdır, avam bilmez bu işi
Hak ile yâr olmayan pişiremez bu aşı
Şeriatın kestiği et ilen sade tırnak
Dervişin fikrü zikri hak içün baştan olmak
Kim ki başını verir, o beşerden geçmiştir
Hakk’ın mazharı âdem, o ki halk ile biridir
Felekler remz eder, hayalinin o aslını
Ham nazar göremez hiç Rahmet-i Rahman’ını
Gazap olur cahile bu cihanın işleri
Müjde olur fakire ayetlerin sözleri
Hakk’ın aşkı derdiyle divaneye dönenler
Gönül gözün yaşıyla abdestini alanlar
Şem’a yaktık, perde kurduk fani dünya içre
Aldanıp sapmayasın Hak yolundan beriye
Gel dost gel temaşaya, çeşm-i can ile seyret
Bu âlem kesretini kendinde eyle vahdet
Pirimiz Şeyh Küşterî talim etmiş perdede
Ehl-i hâl olan anlar, gayrıyı bilmek muhâl
Muhavere
Rivayet odur ki, Abdülkerim pek erken yaşlarda gördüğü bir dizi rüya üzre köyünü bırakıp yollara düşmüş, Bursa’nın Karaşeyh Mahallesi’ne varıp methini duyduğu Şeyh Küşterî’nin sohbetine katılmış, sonra hususi olarak şeyhin huzuruna varmıştı. Şeyh Küşterî, Abdülkerim’e nicedir onu beklediğini söyleyip anasının sağlığını sorduğunda, yeniyetme önce şeyhin ellerine atılmış, Küşterî gülen gözlerle Abdülkerim’e bakmasına rağmen elini hızla çekince, genç yerlere kapanıp gözyaşları içinde Allah’a hamdüsena etmişti. İşte Abdülkerim’in, Abdülkerim Horasani’ye dönüşmesi, böyle, Şeyh Küşterî’ye varıp onu bulmasıyla ve dahi ona intisap etmesiyle mümkün olmuştu.
Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalamış, genç Abdülkerim, şeyhinin izinde ve rehberliğinde sohbetlere katılmış, Küşterî, Karagöz oynatırken hem müridi hem yardağı sıfatıyla gölgelerin hikmetinden haberdar olmuş, kelam ilminin inceliklerini tahsile soyunmuş ve fakat esasen Hakk’ı tahkik için tarikatın on usulünü taklide koyulmuştu. Tövbede aç, zühtte gayretliydi, tevekkülde bir ölü gibi olmayı dilemekte, günü geldiğinde bu dileğinden de vazgeçmesi gerektiğini bilmekteydi; değil mi ki şeyhi ona dünyayı terk, ahireti terk, terki terki öğütlemişti, o hâlde seyr-u sülûkunda tüm merhaleleri geçmeliydi. Bir hırka, bir gömlekle yaşayacak kadar kanaatkârdı, uzlete pek sık çekilirdi; zikrinden geri kalmaz ve Hakk’tan gayrısına teveccüh etmemesi gerektiğini bilirdi. Sabrı vardı ama yol uzundu, murâkabeyi bir his hâlinde sezmiş belki vâkıf olduğu zannına da kapılmıştı, rızası mütemadiyen dilindeydi, ancak dünyevi aşk ile sınanmamıştı.
Fasıl
Bir gün, aktarılanlara göre 8 Cemâziyelevvel 751’de, Şeyh Küşterî, Abdülkerim’i vazifelendirdi; pazaryerine varıp dergâha öteberi alacak ama ondan evvel şeyhin sohbetinden bereketlenenlere yazdığı mektupları kapı kapı gezip sahiplerine ulaştıracaktı. Abdülkerim, işte bu vesileyle ve ancak yıllar yıllar sonra, mektubu taşıdığı kesenin bizzat kendi olduğunu öğrenecek, mektubu beşer zarfından soyunca da Hakk’ın kendinden kendine yazdığı kelamın misali hâline gelecekti.
Abdülkerim gezdi dolaştı, her mektubu ulaştırdı ve ondan sonradır pazaryerine vardı; esnaftan erzağını yüklendi, yükü aldıkça katlandı, koskoca çuvalı tüm kuvvetiyle sırtlandı; o günün sıcağında, bir çeşmenin başında, kana kana su içecekken bir dilbere çekildi. Dilber suya eğilmiş idi, ol cismi harelenmiş idi, güzelin kara gözlerinde deryaya daldı Abdülkerim. Genç kız düşürdü peçesini, yiğide selam etti, o küçük ağızda ben olsam dedi Abdülkerim.
Kız yoluna koyuldu, Abdülkerim izinden gitti, daracık bir sokakta kalabalığa karıştı. Güzel, kuş oldu, sanki kanatlandı uçtu, Abdülkerim dertli, gerisin geri döndü; yıkıldı çeşme başına, çuval için dövündü.
Abdülkerim, başı önde, ayağını süre süre, hayretle gülerek ve dövünerek şeyhinin huzuruna vardı. Çuval dedi, yâr diyemedi, yâr dedi, çuval diyemedi, ağlamaya koyuldu. Şeyh Küşterî, ayağa kalktı, Abdülkerim’in alnından öptü, eline çok sikke saydı, genci pazara bir daha yolladı.
Abdülkerim’in kalbinde şükran, elinde erzak listesi, Bursa’nın taşlarından koşarak sekti. Yolda tövbeler etti, kızın hayalini kovaladı, pazaryerine varınca elindeki kâğıtları açtı; bir iki aktar dolaştı, kızı karşısında buldu, kimsin, nesin diyecek oldu, dilleri dolaştı. O dilleri, o dilleri dolaştı, o elleri, o elleri tutuldu, akşam yeli esti kâğıtlarını uçurdu. Kız gitti bir yöne, kâğıtlar başka yöne, Abdülkerim yol ortasında sanki ikiye yarıldı.
Abdülkerim’in gözünden yaşlar, kan olsa böyle akar, dilberin fikriyle divanelere karıştı. Şeyhine geldi iki büklüm, tek ses etmedi, öylece durdu. Küşterî, bu hâli bildi, kâğıtlarını serdi; kalemini hokkasına daldırıp yazdı tüm gerekleri. Abdülkerim’i iki kez alnından öptü, eline listeyi bıraktı, sırtını sıvazlayıp onu pazara yolladı.
Abdülkerim’in aklında dilber, sayıp durur bu kız ne yer ne içer; adı nedir, Elif midir, Gül müdür, ya hangi illerde gezer? Kırmızı önlüğü vardı, hilal olmuş kaşları, nereden geldi de karşıma çıktı? Bilmem deli miyim, hoş muyum, varsın helal olsun sana güzelim bunca çektiğim. Zülfüne tutunsam, pervanen olsam, söyle yâr bu sevdadan hissem var mıdır? Ah aşk yandırdın beni, bunca nasihat, öğüt hiç oldu gitti, nasıl olsa da bulsam ben seni, gönlümü gönlüne koysam sulhe varsam. N’ideyim şeyhim, ben n’ideyim, bi nazar ile ateşe attı o yâr beni.
Abdülkerim vardı pazaryerine, pazarı derlenmiş toplanmış buldu, pazarcıların ellerine sarıldı, yalvardı yakardı amma herkes başını çevirdi, akşamın yolunu bildi. Abdülkerim çöktü bir taşın üstüne; boş meydanda ağladı.
Abdülkerim, sersefil, döndü geldi dergâha, kapıya vardığında olmuştu gece yarısı, şeyhinin elinde büyükçe bir kandil, kendini böyle beklerken buldu. Abdülkerim’in dizlerinin bağı o vakit çözüldü, cismi parelendi, zerre zerre saçıldı; o zerreleri tuttu şeyhi, ayağa kaldırdı, genci oracıkta bir döşeğe yatırdı. Küşterî, Abdülkerim’i üç kere alnından öptü, üstünü örttü, hayır dua etti.
Abdülkerim yedi gün ayılmadan uyudu; ateşlerine sirkeler, bezler ilen koşuldu. İhvanlar nöbet tuttu, başından eksik olmadı; hekimler eliylen zorlan ayağa kalktı. Kemikleri hırkasını delmiş idi, dut yemiş bülbülün bağından göçmüş idi, gözlerinin feri sönmüş idi, sanki yolunu yurdunu yitirmiş oldu.
Abdülkerim bir gayretle şeyhin yanına vardı, önce uzun uzun sustu, sonra anlatmaya koyuldu: Takvama geldi halel, hilali taç eylemiş başım buldu zeval, gayrı yüzünüze bakamam, müsaade buyurun, izin verin gideyim.
Şeyh Küşterî eğildi, oğlanı perçeminden tuttu, Allah aşkı dedi insanı sevmekle başlar, bu âlem aşk üzeredir, derdimiz namaz değil, şu gönlün ateşlere düşmediyse ol cennet bizim değil, bu dünyanın zahiri bâtının aynasıdır, olur da küfre düşsen, pirin senden ırak değil. Var git yoluna Abdülkerim, nicedir bu haberdi beklediğim, bulursan ne â’lâ o dilberi, bulamazsan âliyyül â’lâ, bil ki hiçbir kayıp bizim değil. Hakk’ın kandil-i ispatıdır bu, çarşı pazarındır, muhabbet ummanından fenayı bulasındır, senin şer sandığında elbet bir hayır var, biz bilmeyiz Allah bilir, tevekkülün sırrı emin eldedir.
Abdülkerim, el öptü, şeyhinin huzurundan çekildi, pazarı kırk defa hallaç gibin dağıttı, güzelin peşinden ağıtlar yaktı, geceler boyunca meye vurdu kendini.
Abdülkerim, belki bu dilberin ili başka illerdir dedi, yollara düştü, yıllar geçti, köy köy, kasaba kasaba Anadolu’yu gezmeye koyuldu, henüz orta yaşlarına adım atmıştı, bir gece rüyasında güzelin suretini gördü, o suret ki ansızın kayboldu, Abdülkerim yapışıp gölgesine tutundu. Kaldığı hanın odasında, sabahın erken vaktinde, bu hayalin fikriyle düşünüp dururken pirim diye çığırdı Abdülkerim, aklında şeyhi çarşıya koştu, oradan bir debbağın yanına vardı, en has derilerden gücü yettiğince aldı, çok esnaf gezdi, bir kol boyunca patiskayı boyalarla beraber heybesine attı, sordu soruşturdu, bir sazlık buldu, bıçağıyla bunlardan birkaç tane kesti, alacağını tam edince handaki odasına çekildi.
Abdülkerim yedi gün boyunca gece demeden, gündüz demeden, yemeden içmeden çalıştı, sonunda elinde iki tasvir vardı, birini kendine, birini âşık olduğu dilbere benzetmişti. Perde kurdu, şem’a yaktı, sanki onu izleyen varmış gibi seslendi: Gösterem zıll-i hayal.
Yıllar sonra ilk defa gülüyordu Abdülkerim, hikâyeleri kendi kendine konuşurken yazıyor, her hikâyede iki âşık birbirine kavuşuyordu; dar geçitler geçiliyor, ejderlerle savaşılıyor, çaylar, ırmaklar aşılıyor, Kafdağı’na varılıyor, Zümrüdüanka’nın huzuruna eriliyordu.
Günlerden bir gün, Abdülkerim yine odasında zıll-i hayal temaşa ederken kapısı çalındı, Abdülkerim istemeyerek de olsa kalktı, kapıyı açtı. Karşısında genç bir çocuk dikiliyor, Abdülkerim’in araladığı kapıdan içeriyi süzüyordu. “Yalnızım” dedi Abdülkerim, “Ne istersin?” “Biliyorum,” dedi çocuk, “Sizi izlemek isterim, adım Yahya”. “İzlenecek bir şey yok,” dedi Abdülkerim, bunun üzerine çocuk “O zaman izin verin de sizi dinleyeyim,” dedi. Abdülkerim isteksizce başını salladı, bu git demekti, çocuk gülümseyerek “Neden efendim?” diye sordu, “Belki sizin şer saydığınızda hayır vardır.”
Abdülkerim, bir hatırayla sarsıldı, kapıyı ardına kadar açtı, “Geç” dedi.
“Güzel bir şey yapıyorsunuz, neden başkaları da nasiplenmesin bundan?”
“Sen nerden biliyorsun?” dedi Abdülkerim. Yahya gitti, pencereyi açtı, “Şu ağacı görüyor musunuz efendim?” dedi, “Buna tırmanıyor, şu dala kadar varıyor, sizi dinliyorum.”
Abdülkerim’in yüzü asıldı, çocuk “Kızmakta haklısınız efendim, yaptığım pek münasip değil ama anlattıklarınız o kadar güzel ki, ilk duyduğum günden beri sizi dinlemeden edemiyorum.”
“Ne yaptığımı bile bilmiyorsun?” dedi Abdülkerim. Tasvirleri işaret etti Yahya, “Bunları oynatıyorsunuz değil mi? Ama şimdiye dek gördüklerimden farklı. Büyüyünce ben de sizin gibi hayalî olmak istiyorum.”
“Ben hayalî değilim Yahya” deyip döşeğinin kıyısına oturdu Abdülkerim.
“Bence öylesiniz, hem âşıksınız siz, insan âşık olup da hayalî olmaz mı?”
Gülüverdi Abdülkerim.
“Sizi güldürdüğüme sevindim çünkü sayenizde ben çok güldüm, evet, çok da ağladım ama hep sonu hoş bitiyor hikâyelerinizin, işte onu çok seviyorum efendim.”
“Peki Yahya,” diyerek geçti perde arkasına Abdülkerim, Yahya açtığı pencereyi kapadı, odayı kararttı, perdenin karşısında yerini aldı.
Hayy Hak!
Bitiş
On yıllar geçip gitmiş, Abdülkerim önce Abdülkerim Efendi, sonra Abdülkerim Horasani adıyla tüm Anadolu’da oynattığı zıll-i hayal ile bilinir olmuştu. Küçük Yahya’nın kapısını çaldığı o günden sonra onun teşviki ve verdiği ilhamla tüm diyarı karış karış kat etmiş, zaman içinde, insanı insanda, âlemi kendinde tanıdıkça tasvirlerine yenilerini eklemiş, Allah’ın isim ve sıfatlarını dahi bu tasvirlerde remz etmiş idi. Nihayet yine bir gün Bursa’ya dönmüş, önde kendisi, ardında eski sandıkkârı şimdiki yardağı Yahya olduğu hâlde onca il ve onca kapıdan sonra gençliğinin pazaryerine varmıştı. Bir cuma günü koca bir çadır kurdurmuş, Şeyh Küşterî’ye ithafhen sergileyeceği temaşayı Bursa’nın dört bir yanına duyurmuştu.
Abdülkerim Horasani, vakti geldiğinde Yahya’yı yanına çağırmış, bu kez onun da seyirciler arasında olmasını istemişti. Yahya “Ama efendim” diyerek başlamış, edeple sual etmiş, efendisi hiçbir şey demeden onu alnından üç kere öpünce ellerine, eteklerine sarılmış, öpüp yüzüne sürmüş, “Hakkım size helal olsun,” deyip iki damla gözyaşı dökmüştü. Ustası da ona muhabbet etmiş, meziyetlerini döküp saymış, “Benim de hakkım helal olsun Yahya!” diyerek onu uğurlamıştı.
Abdülkerim Horasani, dev bir perde kurdurmuştu, o güne değin öyle bir perde görmemiş izleyiciler hayrete düşmüştü. Kimi tüccar perdenin enini boyunu hesap ederek burada kaç top kumaş olduğunu kendi aralarında konuşuyor, bunca işin kaç paraya mal olduğunu hesaplıyordu; hendeseden anlayanlar perdenin alanına kaç küçük perde sığar onu hesap ediyor, inşaat işçileri bunca yükseğe çıkmak için merdivende kaç basamak olmalı onu tartışıyor, esnaftan bazısı kim bilir ne kadar kandil yanıp tutuşacak deyip onun derdine düşüyordu, yalnız Yahya ve ehl-i hâlden olanlar, Abdülkerim Horasani’nin neye kalkıştığını sezmiş, ustalar konuşurken çıraklar keser sesi deyip, bu hayret perdesine gözlerini dikmişti.
Abdülkerim Horasani, önce bir sonra iki tasviri sahneye sürmüş, sonra onu üç, sonra dört etmiş, yetmemiş beşi, altıyı, yediyi sonra sekizi ve dokuzu bulmuş, dokuzu on ile tamamlamış, oradan doksan dokuza varmıştı. Bir perde ki, her biri ayrı isimde renk renk, çeşit çeşit doksan dokuz tasvir arz-ı endam ediyor ve her biri iki elde, tek bir seste aynı anda kelamı dillendiriyordu. Avamın tamamı perdenin ardında bir hayalî ordusu tasavvur ediyor, ehl-i hâlin bile çoğu bu işe şaşıyordu, Yahya ustasından emin “Abdülkerim Horasani Hazretleri” diye mırıldanmış, sonra cezbeye kapılıp “Ya Hak!” diyerek oracıkta semah etmişti.
Ve ışık sönmüş, perde susmuş, Yahya hariç cümle ahali dayanamamış perdenin arkasına koşmuştu. Halk perdenin berisine varınca tüm tasvirleri bir sandığın içinde bulmuş, Abdülkerim Horasani içinse sanki sır oldu demişti.
Bir rivayete göre, genç Yahya, ki sonradan aldığı ad ile Sandıkkâr Yahya Efendi, tüm tasvirleri sandığa kitlemiş, kırk cuma boyunca gelmeyeceğinden neredeyse emin olduğu Abdülkerim Horasani Hazretleri’ni beklemiş, pazaryerindeki vazifesinin bittiğini duyunca sandığı Bursa’daki Karaşeyh Mahallesi’nde bir yere gömmüş. Bir başka rivayete göreyse Sandıkkâr Yahya Efendi, ustasıyla gezdiği her ile varmış, her ile bir tasviri küçük bir sandık içinde gömüp, bırakmıştır. Denilir ki, kim muhabbetle bu gizli hazinenin peşine düşer, tasvirin ardındaki sırra talip olur, nasipse Hakk’a erer, hayalin ardındaki hakikate kavuşur.
Perde âlemi temaşaya yalnız bir delildir
Hikâyemiz beşere anca bir hüsn-ü misaldir.
Yazan: Onur Orhan
Onur Orhan hakkında
1975’te İstanbul’da doğmuştur. Bir süre hukuk öğrenimi görmüş, ardından gazetecilikten mezun olmuştur. İlk romanı Yalnız Ölümden Çok’u, Sadece Diktatör adlı tiyatro oyunu takip etmiş, Orhan bu oyunuyla 2015-2016 yılında Müjdat Gezen Sanat Merkezi (MSM) tarafından verilen Savaş Dinçel Ödülü’ne layık görülmüştür. Sadece Diktatör, başta Türkiye olmak üzere dünyanın dört bir yanından yaklaşık 160 bin seyirciyle buluşmuş ve 3. sezonunda hükümet tarafından sakıncalı bulunarak yasaklanmıştır. Orhan’ın kaleme aldığı Aden, 34. Varşova Film Festivali’nde Grand Prix adayları arasındadır. Yusuf’u Bulmak,2019-2020 sezonunda Moda Sahnesi tarafından sahneye konulacaktır. Orhan’ın Suç ve Keza isimli oyunuysa yine aynı sezonda Almanya’ da varlığını sürdüren GüneşTheater tarafından sahnelenecektir.