24.Uluslararası Bizans Çalışmaları Kongresi 2022 Ağustos ayında Venedik ve Padova’da düzenlendi. Kongrenin teması olan “Bizans – Uygarlıklar Arasında Köprü” de programın çoğu gibi Türkiye komitesi tarafından geliştirilmişti zira kongrenin Ağustos 2021 tarihinde İstanbul’da düzenlenmesi planlanmıştı. Paul Magdalino’nun da kongrenin açılış konuşmasında söylediği gibi bu köprü, köprünün diğer başında duran ve Magdalino’nun vurguladığı gibi gelecekte bir kongrenin düzenlenmesini teşvik ettiği İstanbul’a ulaşmadan geçilmiş olmayacaktır.
Kongrenin açılış konuşmaları Bessarion’un Venedik’e “İkinci Bizans” (alterum Byzantium) deyişine atıflarda bulundu. İkinci Bizans olma iddiası, yeni bir Roma’ya daha sık atıfta bulunulsa bile, tabii ki birçok kez dile getirilmiştir. Bessarion bu karşılaştırmayı yaptıktan kısa süre sonra Moskova’nın “Üçüncü Roma” olduğunu iddia etmeye başladığı bilinir. Bu beyan, Bizanslıların aslında beşinci yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu yok olduktan sonra hayatta kalan Romalılar olduğunu vurguladığımızda daha anlamlı olacaktır.
Resmi olarak programa dâhil edilmese de, kongrenin konumu Bizans çalışmaları açısından merkezi konumda olan bir başka kenti, Ravenna’yı da ziyaret etmeyi uygun kıldı. Ziyaretimde, orada birçok tanıdık yüz gördüm ve karşılaşmadığım birçok kişinin de oraya yolunu düşürdüğünü biliyorum. Ravenna, Bizans mirasını kendi halinde, özgüvenle sergiliyor. Kentin aslında Batı Roma İmparatorluğu’nun son başkenti olması ve İtalya’daki Doğu Roma yönetiminin merkezi haline daha sonra gelmesi bakımından, bu durum tuhaf bulunabilir. Belki de “Bizans” terimi, halk tarafından Batı Roma İmparatorluğu’nun Roma’dan başka bir başkenti olması gibi gizli bir ayrıntıya göre daha kolayca anlaşılmakta.
Ravenna’nın Roma mirası, Batı Avrupa’da emperyal iddiaları yeniden canlandırma arayışı içindeki Şarlman tarafından da kuşkusuz fark edilmişti. Venedik dahi ilk başta varlığını Ravenna’nın gölgesinde sürdürmüş, bununla birlikte Ravenna yavaş yavaş karanlığa gömülürken Venedik özerklik kazanmıştı. Günümüzde Ravenna muhtemelen en çok geç Roma ve Bizans anıtları sayesinde tanınıyor ve bunların sekizi UNESCO Dünya Mirası listesindeki yerini oluşturuyor. “Bizans” terimi burada oldukça hazır ve nazır—en azından bir turistik slogan olarak; hatta Ioustinianos ve Theodora’nın betimlemeleri bile kent boyunca sık sık görülebiliyor.
Ravenna “ikinci Bizans”ın daha sıradan bir örneği olarak görülebilirse de, Venedik tamamen ayrı bir hikâye. Uzun tarihi boyunca durmadan biçim değiştiren çok katmanlı efsaneler ve destanlarla dolu, uzun, kat kat bir tarihi var. Bununla birlikte çoğu kişi için, günümüzde kelimenin çağdaş anlamıyla yalnızca romantik bir kent. Eminim ki kongreye katılanların birçoğu, çoğunlukta tam da bu nedenden dolayı kenti ziyaret etme şansına sahip olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu duymuştur. Bununla birlikte, şüphesiz hiç kimsenin evi olarak ilk tercihi olmayacak bu kentin, bataklık bir lagündeki mütevazı başlangıcından epey uzağa düşüyor.Venedik muhtemelen Atilla’nın 452 yılında Aquileia’yı yağmalayışından kaçan mültecilerin yakındaki bataklık lagünlere yerleşmesiyle kuruldu. Benzersiz biçimde, Roma kenti olmayan, fakat Roma yıkılırken kurulan önemli bir İtalyan kentidir. Vatandaşları, Bizans’la olan kuvvetli bağlantılarına dayanarak kendi yaşam biçimlerini sürdürmüştü. Yeniden doğan Roma olduklarını iddia eden “barbarları” kabullenmeyi reddedişiyle, Venedik ilk günlerinde neredeyse “yıkılmamış” bir Roma, ya da Bessarion’un yüzyıllar sonra ileri süreceği gibi ikinci bir Bizans olarak görülebilirdi. Lagünlerdeki oldukça korunaklı konumu onu büyük ölçüde özerk kıldı ve kent kısa süre içinde yeni kurulan Kutsal Roma İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu arasında eşsiz bir konuma kavuştu. Kendisinin Romalı olma iddiasını güçlendirmek, bu dönemde Venedik için kuşkusuz son derece önemliydi.
Ravenna 751 yılında Lombardlar tarafından fethedildiğinde, Venedik Bizans yönetimi içinde kaldı. 9. yüzyılda bağımsızlığını kazanmasından sonra bile Venedik Konstantinopolis’le olan kuvvetli bağlarını sürdürdü. Aslında, Venedik’in ticaret gücü arttıkça, Bizans’la olan ilişkileri de güçlenmişti. 11. yüzyıl sonlarına doğru İmparator I. Aleksios Komnenos tarafından özel ayrıcalıklar tanınmasından sonra, Venediklilerin Konstantinopolis’te kendi mahallelerini kurmasına izin verilmişti. Venediklilerin 1171 yılında sınır dışı edilmesinden sonra savaş patlak vermiş olsa da, Bizanslılar ve Venedikliler çabucak barıştı. Bununla birlikte, köklü ve yakın ilişkileri Dördüncü Haçlı Seferi’nde Venediklilerin 1204 yılında Konstantinopolis’i yağmalamasıyla tamamen değişti.
Zaman ve yüzyılların başarıları (Ünlü Rönesans dönemi Venediklileri Palladio ve Tiziano’nun işlerinden de görülebileceği gibi) Venedik’in Bizans geçmişinin çok daha ötesine geçmesine olanak sağladı. Muazzam turist sayısı nedeniyle yerel nüfusu ciddi biçimde azalmış olsa da, kent güçlü bir yerel kimlik duygusuna sahip olmaya devam ediyor. Bir zamanlar şehrin kendi özerkliği ve ekonomisi için önemli olan Konstantinopolis’le yakın bağları ise büyük ölçüde unutulmuş. Bununla birlikte, Bizans mirası hâlâ kentin yanında yöresinde bulunabilir, özellikle de nerede arayacağınızı biliyorsanız. Bu, özellikle kentin maddi kültürü açısından geçerli ve en çok da San Marco Bazilikası’nın içinde ve etrafında görülüyor. Kongre sırasında ne yazık ki restorasyon doayısıyla kapalı olan San Marco Hazinesi şüphesiz önde gelen Bizans müzelerinden biri olarak görülebilir.
Ortaçağ boyunca San Marco, çoğu spolia/devşirme olan mermer kaplamaların, sütun başlıklarının, sütunların ve rölyeflerin cephesine eklenmesiyle oldukça standart bir taş yapıdan etkileyici bir biçimde azametli bir anıta dönüştürülmüştü. Spolia, akademik açıdan genelde kelimenin etimolojik kökenlerinin ima ettiği gibi “savaş ganimetlerinden” ziyade, devşirilen ve yeniden kullanılan malzeme anlamına gelir. Şüphesiz, ilk bakışta San Marco’nun cephesi Konstantinopolis’ten yağmalananları gösterişli biçimde sergiler gibidir. Bununla birlikte, savaş ganimetlerinin görünürde rastgele sergilenişinin Venedik’in kendi Roma/Bizans kimliğini vurgulama çabası olarak daha iyi anlaşılacağı da öne sürülmüştür. Bu sav, San Marco’nun ve Venedik’teki diğer binaların bezemelerinin aslında başka bir yerden devşirilen parçalar değil, Venedik işi imitasyon spolia olduğu gözlendiğinde daha da güçlenir.
Roma’yla (ya da Venedik örneğindeki gibi Bizans’la) bağlar iddia etmek kenti meşruiyetlerini oluşturmak ya da otorite kurmak açısından ortaçağ ve hatta erken modern çağ kültürleri için yaygın bir strateji olmakla birlikte, günümüzde, özellikle de kendi evimiz olmayan yerleri ziyaret ettiğimizde durum bizler için fark edilir biçimde farklıdır. Tipik bir turist açısından Venedik’in Bizans mirası kolayca gözden kaçabilir, Ravenna’da ise durum tam tersidir. Şüphesiz, Venedik’ten bir “İkinci Bizans” olarak bahsetmek çoğunlukla akademik bir anlatımdır. Bununla birlikte Venedik ve Bizans’ı karşılaştırmanın bir başka yolu daha vardır: imparatorluğun çürüyüşü, çöküşü ve aşırılıklarının bir başka oryantalist klişesi, ya da bir başka deyişle, ziyaret edilecek romantik bir yer olarak.
David Hendrix, The Byzantine Legacy
Çeviri: Aslı Schaeferdiek