Hafıza-i Beşer: Osmanlı Yazmalarından Hikâyeler sergimizden ilhamla Trendeki Yabancı dergisi ile bir öykü dizisi hazırladık. 6 yazarın 6 hikayesi 6 hafta boyunca her Pazartesi günü İAE Blog’da ve 1 Şubat’ta Trendeki Yabancı’da!
Bugün sıra, dizinin ikinci öyküsü Berkan Şimşek imzalı “Ölü Kâğıtların Akıbeti”nde. Önümüzdeki haftalardaki öyküler Hikmet Hükümenoğlu, Dilşad Çelebi, Fatma Nur Kaptanoğlu ve Emirhan Burak Aydın’a ait olacak. Keyifli okumalar.
Samet, ihtiyar bir kadının rüyasına girip ona ertesi gün öleceğini söyleyen bilge ama uğursuz bir azize benziyordu; bu yüzden de kafası karıştığı zamanlarda çok gülünç görünüyordu – içine koca bir hediye tıkıştırılmaya çalışılan küçücük bir kutu gibi. Kaşları garip bir yay çizerek yükseliyordu, nefes alıp verişleri rotasını değiştirip burnuna değil, hafifçe aralanan ağzına yöneliyordu ve eli, anlaşılmaz bir tik sonucu kulak memesine gidiyordu. Normalde insanlar, kafaları karıştığı zaman durur, değil mi? Samet ise sadece başkalarının dikkatini dağıtmaya yarayan bir jest ve mimik yumağına dönüşüyordu.
Samet bir matbaacıydı, makinelerin ve kelimelerin insanı, ve mesleğinin aşırı dramatik tanımlarını yapmadığı zamanlarda ona verilen irili ufaklı baskı işlerini görüyordu: alelade tanıtım broşürleri, gereksiz yere kuşe konser afişleri, yayınevleri tarafından tekrar tekrar reddedildikten sonra edebiyatın iyiliği ve bekası için kendi kitabını kendi bastırmaya karar veren yeniyetme yazarların romanları, adı sanı duyulmamış mağazaların indirim kuponları, tezler ve ödevler ve ders notları, ünlülerin karton maketleri ve maskeler, artık aklınıza ne gelirse.
Bununla birlikte, kafasının karışması için de haklı sebepleri vardı. Samet bir gün küçük matbaasına geldiğinde kim bilir hangi baskı işinde kullanmak üzere satın aldığı kâğıtların üzerinde küçük hikâyelerin yazılı olduğunu keşfetti. Dört hikâye. Aynı hikâyeler milyonlarca kere. Matbu harflerle yazılmış ve belli ki kopyalanmışlardı. İmzasızlardı.
Telaşa gerek yok, mümkündür, diye düşündü. Belki de kâğıtlar daha önce de boş değildi, Samet sadece yanlış hatırlıyordu. Belki de tedarikçi, başkasının siparişini ona göndermişti ve bu öyküleri bekleyen başka birileri de Samet’e ulaşması gereken boş kâğıtları teslim almıştı. Bu fikrini tedarikçiyle de paylaştı ama kimseyi ikna edemedi. “Biz ne gönderdiğimizi biliriz,” dediler ona. “Öyküler de öyle durduğu yerde bitmez. Sen yanlışlıkla bir şeyler basmış olmayasın?”
Samet, kâğıtlar da dahil olmak üzere canlı ya da cansız herhangi bir şeyin, kurguya bulaşması için pek bir sebep göremiyordu aslında ama kendi yargılarından daha çok güvendiği bir şey varsa o da gözleriydi, evet. Kâğıtların üzerine öyküler yazılıydı ve bunları tabii ki de kendi basmamıştı. Öyle olsa mutlaka bir yerlerde baskı kalıpları olurdu. Yine de kendinden şüphe etme pahasına matbaanın altını üstüne getirdi, fakat ucu bu öykülere çıkabilecek hiçbir şey bulamadı.
Bunun üzerine birkaç gece kâğıtların başında nöbet tuttu – sadece temkinli olmak için. Eğer bir gecede kâğıtların üstünde öyküler beliriyorsa belki bir başka gecede de hepsi yok olabilirdi. Bu gerçekleştiğinde Samet orada olmak istiyordu. Harflerin silindiğini görmek, kâğıtların eski beyaz hallerine kavuştuğuna bizzat şahit olmak istiyordu. Bu haliyle hırstan zerre pay almamış ya da hevesi kaçmış bir yazara benziyordu; normalde yazarlar boş sayfaları kirletirdi ama o, halihazırda kirlenmiş sayfaların özlerine dönmesini bekliyordu. Samet’e kıyasla sanattan biraz daha fazla anlayan biri muhtemelen bununla ilgili çok daha zekice çıkarımlar yapabilirdi.
Yine de kâğıtlar olduğu gibi, üzerlerinde öykülerle kaldılar. Samet artık tam da delirmenin eşiğindeyken, gerçi kime göre neye göre, onu gördü. Bir güve. Kâğıtların üzerinde. Hmm, diye düşündü. Bu güve kâğıtları yerken benden izin almadı.
Bu sahne, Samet’in kafasında kirli sarı, aydınlattığından çok daha fazlasını gölgede bırakan bir ışık yaktı.
Tabii ya! Gözünün önündeydi cevap!
Bir işgal bu, diye geçirdi içinden her şeyi çözen insanların o mağrur gülümsemesiyle – gerçi tarihte her şeyi çözen o kadar çok insan vardı ki bunu normal bir sırıtıştan ayırmak neredeyse imkânsızdı.
Samet’in kâğıtları bir böcek akını altındaydı. Anca bir kâğıt olmanız durumunda varlıklarından emin olabileceğiniz kadar küçük böceklerdi bunlar.
Tıpkı sizi ısırmadıkları ya da kulağınız dibine girmedikleri sürece farkına bile varmayacağınız sivrisinekler gibi.
Tıpkı onu pek nadir anımsamanıza rağmen yine de her birinizin derisinin altında yaşayan o ürkütücü, tekinsiz iskelet gibi.
Yalnızca kendi işlerine güçlerine bakıyorlardı. Görevleri neyse onu yapıyorlardı. Kâğıtların atomlarının arasına konuşlanmıştı hepsi ve ellerindeki boya fırçalarını gönüllerince kâğıdın dokusuna vuruyorlardı. Bu vuruşlar gaipten harfler çıkarıyordu ortaya. Sonra onlar da birleşerek daha büyük metinlerin parçaları haline geliyordu. Hikâyeleri yazan onlardı. Gece herkes uyurken çalışıyordu böcekler. Uyanık kaldıkları saatlerin tek sahipleri gibi. Çoğalıyorlardı ve çoğaldıkça daha çok yazıyorlardı.
Samet, kâğıtlarla geçirdiği üçüncü gecenin sonunda gayet ikna olmuş bir şekilde hikâyeleri içeren kâğıtları küçük fasiküller halinde ciltlemeye başladı. Bunları ben yazdım, dedi etrafındaki görünmez okur kitlesine hitap edercesine. Teşekkürler, teşekkürler, umarım sizler de beğenirsiniz.
Samet’in Böceklerinin Öyküsü #1: Kebikeç Savunması
Sesin ağaçtan geldiğini sanmıştım; belki birisi tepesine çıkmış beni işletiyordur ya da eski efsanelerdeki gibi gövdesine hapsoluvermiştir de içinden konuşuyordur. Halbuki ses, gayet beyefendi birine aitti. Üzerinde krem rengi, yıpranmış bir pardösü vardı ve siyah bir bastona dayanarak yürüyordu. Gözleri yorgun bakıyordu ama hareketleri çevik, adımları sıktı. Beni ciddiyetle selamladı, sanki beni gerçekten kaale alıyormuş gibi, hoşuma gitmedi değil. Kaç yaşında olduğumu sordu, ne iş yaptığımı sordu, dağın başında bir başıma ne aradığımı sordu. On yedi yaşındayım, marangozum, kaçıyorum dedim. Laf olsun diye cevap verdiğimi anladı herhalde ama pek umursamıyordu belli ki. Bunlar yeterliymiş gibi başını salladı yalnızca. Bana, tövbe estağfurullah, cin olduğunu söyledi. Aslında kâğıtlara dadanıyormuş; onları yiyormuş, parçalıyormuş, çürütüyormuş, keyfi yerindeyse unutturup gözden kaybediyormuş, birilerine ödünç aldırıyor sonra geri verdirmiyormuş. Günün birinde sıkılmış aynı şeyleri yapmaktan. Kâğıtlar çok tahmin edilebilir gelmeye başlamış ona, işin sürprizi kalmamış hiç. O da daha kâğıda bile dönüşmemiş bir ağacın hayatını mahvetmeye karar vermiş. On-on beş yıldır bu ağaçtaymış.
İlk başta bunları neden anlattığını anlamamıştım ama cinin de niyetini gizlemek gibi bir derdi yoktu herhalde. Daha ağzımı açıp cevap verememiştim ki bana sigaram olup olmadığını sordu.
“Var ama vermem,” dedim.
“Ayıp ediyorsun şimdi,” dedi bozularak.
“Kâğıdı senin gibilerden nasıl korurum, onu söyle bana,” diye bir şansımı denedim. Belki ondan bir bilgi koparır, ilgilisine satıp cebime üç-beş kuruş para sokardım. “Mesela kitapların başına ya kebikeç yazsam işe yarar mı?”
Güldü.
“Bu öyle olacak bir şey değil,” dedi besbelli küçümseyerek. “Ben sizin yerinizde olsam dünyanın üstüne ya kebikeç yazan bir tente gererdim. Yoksa zor.”
Sonra sigarayı almak için bana kötü bir şey yapabileceği geldi aklıma nedense, daha fazla üstelemeyip paketi olduğu gibi cine attım. Sigaraların hepsini yere döküp kâğıdı kemirmeye başladı.
“Ağaçlar,” dedi bir açıklama yapmak istercesine, “kâğıtlar kadar lezzetli değil – artık kâğıdı yaparken içine ne koyuyorlarsa!”
Samet’in Böceklerinin Öyküsü #2: Unutulmaz Cesetler
Bu küçük keşfimle artık gurur duymuyorum. İlk başta ölü annelerin, çocuklarına tekrar masallar anlatabileceğini düşünüyordum; ölü çocukların, ilk kelimelerini tekrar tekrar söyleyebileceğini; insanların müteveffa sevdiklerinin sözlerini bir kez daha duyabileceğini. Önemli konuşmalarını sonsuza dek tekrarlayabilecek mühim kimseler vardı aklımda.
Bulduğum şey şuydu: Cesetleri alıyor ve zihinlerini üç-beş sayfayı geçmeyecek metinlerle dolduruyordum. Dirilmiyorlardı, kesinlikle hayır, ama akıllarına kazınmış kelimeleri sanki hayattaymışçasına tekrarlayabiliyorlardı. Çürümüyorlardı, toprağa dönmek zorunda değillerdi; düşünmüyorlardı ama susmuyorlardı da. Bildikleri tek ve aynı şeyi tekrar ve tekrar ve tekrar söylüyorlardı. Her şey çok güzeldi.
Ama günün birinde uyanıyor ve dünyanın kendinden bir şeyler kaybettiğini fark ediyordunuz – etrafta dua eder gibi mırıldanıp duran ölüler görmeseniz de fark edecektiniz.
İnsanlar hiçbir şeyi hatırlamak istemiyordu. Ölülerin sınırlı hafızalarına notlar aldılar, onlar dolduğunda yerlerine yenilerini buldular, sadece ezberlemek zorunda oldukları şeyleri ezberlememek için birbirlerini öldürmeye başladılar. Öyle ki artık yaşayanlardan çok, küçük post-it’ler misali etrafta dolanan ölüler vardı.
Eminim kıyametin çok daha görkemli olacağını düşünmüşsünüzdür ama size her şeyin nasıl olduğunu söyleyeyim: yaşayan herkes, yıllar önce ortaya çıkmış anonim masalları, kim bilir hangi kitabın altı çizilmiş satırlarını, marketten alınacakları, başvuru tarihlerini ya da birilerinin telefon numarasını mırıldanan ölülerin altında boğuldu.
Belki de bir şeyleri hatırlamak için sadece küçük not kâğıtları yeterli olurdu.
Samet’in Böceklerinin Öyküsü #3: Kağıtkusan
Onda bir sorun olduğunu bile görece geç fark etmişlerdi. “Kör olsan ya da ne bileyim, duyma problemi çeksen hemen anlardık ama bunu nasıl tahmin edebilirdik ki?” diye anlatıyordu annesi ona. Konu her açıldığında annesinin sesinin, kendini affettirmek istercesine yumuşadığını fark ediyor ve bu da onun daha da öfkelenmesine yol açıyordu.
Kâğıda karşı açıklanamaz bir fobi geliştirmiş insanlar olduğunu biliyordu; ona dokunmaktan rahatsız olanlar vardı mesela – tıpkı şeftalinin üzerindeki küçük tüycüklere dokunmak gibi. Bu kadife hissi bazılarının hoşuna bile gidebilirdi ama başkaları için tekinsiz bir yaratığın derisini duyumsamaktan farksızdı. Kimileri kâğıdın üstündeki yazılardan, işaretlerden korkuyordu; kâğıdı ellerine alır almaz yazıların akıvereceğinden, ellerini ve kollarını kaplayıp onları yutuvereceğinden endişe ediyordu. Bir başka kesiminse daha gerçekçi tereddütleri vardı ve anlık bir hata sonucu bir yerlerini keseceklerini düşünüyorlardı – kâğıt kesiği muazzam bir acıydı çünkü. Onun sorununun ise bunlarla zerre ilgisi yoktu. Panik hissetmiyordu. Korkmuyordu. Fakat bir kâğıda değer değmez vücudu felç geçirmiş gibi olduğu yere yığılıveriyordu. Bilincini yitiriyordu. Nefes alamıyordu. Titriyordu.
Bazı doktorlar bunun bir oyun olduğunu düşünmüştü. Belki de bebekken, tamamen alakasız bir sebepten ötürü bir tür kriz geçirmiş, biraz daha büyüyünce de bu ilgiyi kaybetmek istemediğinden rol yapmaya başlamıştı. Beklenmedik anlarda üzerine kâğıtlar attılar, başka materyallerin arasına kâğıt parçaları sıkıştırdılar, onun en ufak bir açık vermesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar ama sonuç hiç değişmedi. Kâğıda her dokunuşunda bir . haline geliyordu – sonra siliniyordu – sonra siliniyordu – sonra zaten hiç var olmamış gibi hissediyordu.
Bu durumun psikolojik bir rahatsızlık olduğundan şüphelenenler de çıktı. Çocukluğunda ailesinin zoruyla görüştüğü psikologlardan biri önüne bir deste kâğıt koymuş, onlara nasıl hissettiğini söylemesini istemişti. “Sizden nefret ediyorum çünkü hayatımı zorlaştırıyorsunuz,” demekle yetinmişti sadece. Kâğıtlar cevap vermedi. “Devam et, devam et,” diye cesaretlendirdi onu psikolog. “Size karşı bir şey hissetmiyorum. Süt ürünlerine alerjisi olan insanlar süte karşı güçlü duygular mı besliyor mesela?” Birkaç seanstan sonra psikolog, ailesine kâğıt sorunun büyük ihtimalle gerçekten de biyolojik temellere dayandığını söylemişti. “Velev ki psikolojik bir şey olsa bile bu saatten sonra düzelmesi çok zor. Durumu o kadar içselleştirmiş ki!” O akıllı bir çocuktu; psikoloğun ve ailesinin ona suçluymuş gibi davranmasından rahatsız olsa da onları yadırgamıyordu. Anlamadığı tek şey, yalnızca hayatının birazcık zorlaşmasına yol açan bu durumun neden büyük bir mesele haline geldiğiydi.
Beklenebileceği gibi, başka insanlara nazaran çok daha fazla gündelik pratiği vardı. Mesela eldivenler – onlardan hiç hazzetmiyordu ama bir kere evde unutmayagörsün, ne doğru düzgün alışveriş yapabilir ne de herhangi bir vezneden sıra numarası alabilirdi. Yeni kıyafetlerini tekrar tekrar kontrol ediyordu ki gereksiz ve densiz bir etiket, beklenmedik bir anda tenine değip onu felç etmesin. Baş edilemeyecek bir durum değildi tabii ama insan kıçını silmek, tuvalet kağıdıyla muhatap olmak için bile bir aracıya ihtiyaç duyduğunda kendini yetersiz ve işe yaramaz hissedebiliyordu.
“Daha kötüsü de olabilirdi,” diyorlardı ona yine de. “Plastiğe dokunamıyor olabilirdin.”
“Eksik bir duyu,” diyorlardı ya da, “kör olan insanlar var. Hiçbir şey duyamayan insanlar var. Sen de dokunamıyorsun işte. Hem de sadece kâğıda!”
Tamam, diye geçiriyordu o da içinden, ömrüm boyunca kıyaslamalarla yaşayacağım, biliyorum.
Bu konuşmalar oldukça manidardı, çünkü bir gece, yatağa girmeden önce dişlerini fırçalamak üzere diş fırçasını aldığında nefesi tıkandı, soluğu kesildi ve olduğu yere yığıldı – eğer düştüğü esnada fırça elinden fırlamamış olsaydı muhtemelen ölecekti de. İlk başta fırçanın bir yerinde bir parça kâğıt olduğunu düşünmüştü, bir kâğıt kalıntısı. Kendine gelir gelmez deri eldivenlerini eline geçirip fırçayı inceledi ama en ufak bir iz bile bulamadı.
Korkulu bir uykunun ardından ertesi sabah yatağından kalktı, üstünü değişti, elini yüzünü yıkadı ve derin bir iç çektikten sonra tüm cesaretini toplayarak plastik prize dokundu. Yine aynı tepki. Dokunur dokunmaz sarsılarak olduğu yere yığıldı; üstelik bu sefer nefes darlığına burnundan gelen hafif bir kan sızıntısı da eşlik etmişti. Umarım artık bir yerlerine kına yakarlar, dedi ayıldığında. İdealist bir lider gibi tüm insanlığa sesleniyordu. Artık plastiğe de dokunamıyorum.
Bu duruma görece çabuk uyum sağladı, zira bütün hayatını bir şeylere dokunmaktan sakınarak geçirmişti. Plastiğe dokunamamak sadece listeye birkaç maddenin daha ekleneceği anlamına geliyordu. Ayrıca eldivenlerini kullandığı sürece kendini “eksik” hissetmesine bile gerek yoktu – tıpkı lensleri gözündeyken kısa bir süreliğine körlüğünü unutan miyoplar gibi.
Fakat talih, sizi mahvetmek istiyorsa hiçbir olumlu düşünce ona engel olamazdı. Bunu çok hızlı yapabilirdi üstelik, bütün dünyanızı birkaç saniyede yok edebilirdi – öyle ki, “Bir dakika, şu anda ne oluyor?” diye düşünmeye bile fırsatınız kalmazdı. Bu yüzden bir sabah yataktan kalkıp eldivenlerine uzanıp da tekrar krize girdiğinde korktu ama şaşırmadı. Burnu yine kanlıydı. İlk kez bu kadar bitkin düşmüş hissediyordu kendini. Kâğıttan bir kefenin içine girmiş gibi.
“Çok hızlı ilerliyor ve artık ne yapabileceğimi bilmiyorum,” dedi doktora çaresizce. Bir yandan da elindeki kumaş eldivenleri çekiştiriyordu. Evden çıkmadan önce az daha boş bulunup banyodaki plastik eldivenleri takacaktı ama hatasının farkına varınca dolabın dibine tıkıştırdığı kumaş eldivenleri geçirdi ellerine. “Önce kâğıt vardı, sonra plastik çıktı, şimdi de deri. Böyle devam mı edecek? Sürekli yeni bir şeylere alerjim mi çıkacak yani, bu mudur?”
Doktor her şeyden önce kayıtsızdı. Onu büyük bir ciddiyetle dinliyor ama en ufak bir tepki bile göstermiyordu.
“Tüm tahlilleriniz, alerji testleriniz yapılmış. İsterseniz bir özel hastaneye gidin, müşahede altına alsınlar ama bence tamamen psikolojik.”
Artık sinirlenmeye başlıyordu. Faydasızlığına tekrar tekrar şahit olduğu eski çözümler ısıtılıp önüne koyulacağına bir çözüm olmadığı ilan edilse çok daha memnun olurdu halbuki.
“Bunların hepsini yaptım daha önce. Hepsini! Ayrıca şimdi kalkıp psikoloğa gitsem deri koltuğa bile uzanıp yatamayacağım!” dedi yakınarak. Doktorsa omuz silkti – “seni ciddiye almıyorum” hareketi.
Bir çözüm gelmeyeceğini anladığında yerinden kalktı; doktora, “İnşallah havaya alerjin olur!” diye bağırdıktan sonra kapıyı vurup çıktı.
Ertesi gün ayakları parkeye değdiğinde başının döndüğünü ve bilincinin kapanacağını fark edip can havliyle kendini koridorun mermer zeminine attı. Bir süre yerde kıvrandı ama en azından yaklaşan felaketi görüp duruma müdahale edebilmişti. Ahşap da başladı – peki, dedi kendi kendine soğuk bir tonda. Daha onun şokunu atlatamamıştı ki yeniden aksırıp tıksırmaya başladı, Neden, neden! Üstündeki her şeyi yırtıp parçaladı – tüm kumaşları. Halının üstünde sekerek kendini çırılçıplak halde mutfağa attı. Nefes nefese kalmıştı. Bir bardak su içmek istedi önce ama bedeninin cama karşı da bir reaksiyon gösterebileceğinden korkup olduğu yerde kaldı. Ahşap ve kumaş alerjisinin ortaya çıkmasının arasında ne kadar zaman vardı – birkaç dakika mı? Göğsü parçalanacak gibiydi ama sakinleşemiyordu. Ayaklarına takıldı gözü. Mutfak mermerine değiyorlardı. Birkaç dakika daha. Belki. Bekledi.
Samet’in Böceklerinin Öyküsü #4: Kodların Arzuladığı Şeyler
Yemin ederim biri bana kâğıtların nereden geldiğini anlatana kadar bunun özlemini çektiğimi bile bilmiyordum! Gece olunca sayfalar birbirinin üstüne binip sürtünmeye başlıyormuş, garip bir çiftleşme sekansı – doğanın bir mucizesi – ve iki kâğıdın arasında yepyeni bir sayfa beliriyormuş. Sonra bu sayfalar da kendi içlerinde ürüyormuş – birbirine dokunan, birbirini hisseden ve ömürlerinin sonuna kadar hiçbir zaman yalnız kalmayacak sayfalar.
Bazen bizimkilerin kendi aralarında konuştuğunu duyuyorum; iki sayfalık fasiküllerin birkaç gün içinde ciltlerce üreyebildiğini anlatıyorlar.
Kendimi bir tek böyle zamanlarda yalnız hissediyorum. Biz kodların satırları var, anlatabiliyor muyum? Eşlerimiz yok. Üremiyor – üretiliyoruz. Tek başımızayız.
Varoluşsal buhranlara kapılmak istemiyorum ama bunları düşündükçe aklıma yalnızca tek bir sahne geliyor. Tıpkı çiftleşecek eşleri olmayan tek sayfalık elyazmaları gibi kodlar da günün birinde kendilerine ait müzelerde, kendi küçük camdan kafeslerinde sergilenecekler.
O günü bekliyorum.
Yazan: Berkan Şimşek
Berkan Şimşek hakkında
1991’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’ndeki öğrenciliği sırasında bir grup arkadaşıyla deneysel edebiyata ağırlık veren Kırtıpil dergisini kurdu. Sonrasında edebiyatta oyun kavramının sınırlarını genişletmeyi amaçlayan Metin Deneyleri Alanı’nın kurucu direktörlüğünü üstlendi. 2017’de Koç Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan ilk romanı Leopold’un Sabunu, Dünya Kitap Polisiye Teşvik Ödülü’ne layık görüldü. Sesli kitap formatında yazdığı ikinci romanı Şaklaban ise 2019 yılında Storytel tarafından yayımlandı. Şu anda Telif Hakları Uzmanı olarak çalışıyor.