Kebikeç: Osmanlı elyazmalarının başına eklenen, yazmayı koruduğuna inanılan tılsım, kitap muskası
Necip terden sırılsıklam olmuş ellerini birbirine kavuşturdu. Hava oldukça soğuk. Toprak bir yolda, bir aşağı bir yukarı sallanarak gidiyor. At arabasının tekerlekleri bazen büyük taşlara takılıyor. Bazen de atlar –sanki bile isteye, sırf yolu daha da çekilmez kılmak için– büyük taşlara takılıveriyor. Bir kişnemeyle çınlıyor kulakları Necip’in. Onu, arabacının söylenmeleri takip ediyor. Necip de söylenmek için ağzını açıyor ama hemen vazgeçiyor. Oldu bir kere.
Bu soğuğa rağmen kalp atışlarını avuçlarının içinde hissetmesi pek garip. Vücudu kalın kıyafetlerinin altında titrerken avuçları alev alev. Her nefes aldığında yeni yetme bıyığıyla kapatamadığı dudaklarından buhar hüzmeleri çıkıyor. İki saniyelik bir görüntü, hemen kayboluyor. Derin nefesler Necip’in şu an için tek tesellisi.
Deeerriiiiinn bir nefes
al, al allll.
Bekle.
Veeeeeeeeeeeeer.
İlk bunu öğretti ustası Necip’e. “Telaşa kapıldığın anda nefes almaya başla.”
“Sen telaşlanırsan insanlar ne yapar? “Soğukkanlı olmak, miden bulansa da belli etmemek zorundasın. Her an her şeyle karşılaşabilirsin,” dedi. Ustası bunları dedi ama Necip ne yapsın, elinde değil, yüreğine sıkışmış alacaklı bir yumruk, sürekli bağırıyor.
Necip yakasını hafifçe çekiştiriyor. Fesinin püskülü biraz fazla yana kaymış, püskülünü düzeltip terli avuç içlerini dizlerine koyuyor. Oturması az önceki halinden daha temkinli.
Bu da ne bitmez yolmuş, diye geçiriyor içinden. Atların nallarına çarpan taşlara öfkeleniyor tekrar. Ancak arabacı ondan önce davrandı bile. Bir kişneme sesi geliyor. Atlar, azarlanmaya alışmış.
8 yaşlarında bir kız çocuğuymuş. Ustası dedi. Necip alelacele çantasını hazırlarken. Ustası ayak bileklerine kadar inen kalın hırkasıyla, divanın üzerinde oturuyordu. Boğazlarında hafif bir kaşıntı, az biraz da ateşi var. Hırkasıyla birlikte ayak bileklerine değin inen halsizliği de unutmamak gerek. “Eğer,” dedi ustası, “ben gidersem, çocuğa da bulaştırabilirim. Hem o da hasta. Çiçek hastalığına tutulmuş. Vücudunda pul pul yaralar olmuş, ateşi de varmış. Benim gitmem hiç uygun olmaz. Sen tek gideceksin. Zavallı babası da pek üzgün kızın. Annesi yakın zamanda ölmüş.”
Necip ince, uzun parmaklarını dizlerinden çekiyor. Avuç içi eskisi kadar terli değil. Yüreğindeki alacaklı yumruk biraz olsun soluklanıyor. İlk kez tek başına bir hastaya gidiyor Necip. Ustası yanında olmadan, ilk kez bir hastayla ilgilenecek. Hata yapma hakkını görüyor kendinde. Neden görmesin, neticede ilk deneyimi. Bir yandan da kendini ispatlamak istiyor. Ama –Şu şansa bakın. Necip’in şansı kimselere benzemiyor– 8 yaşında, annesini yeni kaybetmiş, vücudunda sulu yaralar olan bir kız çocuğuyla ispatlaması gerekiyor kendini. Necip ne olursa olsun hata yapamaz. Bugün değil.
Çantasını kontrol etmeye başlıyor, en baştan. Tek tek sayıyor malzemeleri:
- Arpa, marul ve hindiba kökü. Bu üçü kaynatılacak. Suyu çocuğu içirilecek.
- Kuzu kulağı ve ağaç kavunu ekşisinden şerbet yapılacak. Sadece sabahları içirilecek.
- Sulu yaralar ve kızarıklıklar için arpa unu, ayva çekirdeği, gül ve sakız yağı (çok değil dörder damla) karıştırılıp merhem yapılacak. Bu merhem sabah akşam çocuğa sürülecek.
Necip, merhemi önceden hazırlayabilmeyi isterdi ancak vakti yok. Yanına bol bol malzeme aldı ama. Hem orada merhemi hazırlayacak hem de nasıl yapıldığını gösterecek. Evleri pek uzak. Ha deyince gelemez. Ne onlar ne de Necip.
At arabası şiddetle sarsılıyor. Yine. Bu, büyük bir taş olmalı diye düşünüyor Necip. Bu sefer atlar takılmadı taşlara, kişneme sesi gelmiyor. Muhtemelen arabacının dikkatsizliği. Necip, arabanın küçücük camından bakıyor. Güneşli bir kış günü. Şehirden pek uzaklaşmamışlar. Birkaç çocuk havanın soğukluğuna aldanmadan şakalaşarak sokaktan geçiyor. Bir kadın; telaşlı adımlarla yol kenarından ilerliyor, siyah feracesini ucundan tutmuş, takılıp düşme ihtimalini göz ardı etmiyor, ayak bileklerinde bir çift kalın çorap. İki delikanlı; yeni tıraşlı, soğuğun kesip geçtiği pembeleşmiş yüzleriyle keyifle bir şeyler konuşuyor, biri sol cebine sokuyor elini, saate bakıyor. Yüzünde acele yok. Henüz ayrılma vakti gelmemiş.
Nasıl oluyorsa yüreğindeki yumruk uyanıveriyor Necip’in. Bir saat uyandırıyor Necip’i uykusundan. Yüreğindeki yumruk nedenlerden, bihaber. Derin bir nefes alıp arkasına yaslanıyor. Yine. Nereden aklına düştü şimdi? Nereden geldi de oturdu içine? Tam da sırası diyor Necip, ama içinden. İçindeki yumruğa ve cep saatlerine. Tıraşlı yüzlere ve aromalı kolonyalara. İçceplere ve içceplere koyulmuş fotoğraflara. “Tam da sırası. Ne gerek var?”
Ustası bir gün Necip’e şöyle demişti: “Dünya dört elementten oluşur. Ateş, su, toprak ve hava. Bu elementlerin dengesi ve uyumu pek önemlidir. Biri eksik kalsa dünya dengesini kaybeder. Her insan da bir dünyadır kendi içinde. O da dört sıvıdan meydana gelir. Bu sıvılara hılt da denir. Sevda, balgam, safra ve kan. Biri eksik kalsa ya da fazla gelse vücudun tüm dengesi bozulur, aklı şaşar, ne karar verebilir ne de adım atabilir. İşte bizim en önemli görevimiz de vücuttaki bu sıvıların dengesini korumaktır. Gerçek şifa budur çünkü.”
Necip, sık sık kendisinde hangi sıvının eksik/fazla olduğunu düşünüyor. Özellikle bir âna takıldığı, takıldığı gibi tökezlediği, böyle zamanlarda. Muhtemelen sevdada bir fazlalık vardır diyor. Hem bildiğimiz sevdada hem de kalbi, ruhu, aklı tetikleyen sevdada. Ne yapalım Necip de böyle. Bu uzun yollar, bu can sıkıntıları, bu iç cep saatleri içini, daha da içine oyuyor, hem de kocamaaaaan bir yumrukla. Döndüğünde ilk iş sıvılarını dengeleyecek Necip. Kararını veriyor.
At arabası hızlıca duruyor. Necip, biraz sendeledi. İyi de oldu, bir anda toparlanıp, hafiften kendine geliyor. Ağzı açık kalmış çantasını kapatıyor, fesini kontrol ediyor, elleriyle yüzünü sıvazlıyor.
Deeerriiiiinn bir nefes
al, al allll.
Bekle.
Veeeeeeeeeeeeer.
Arabadan yavaşça iniyor. Keskin soğuğu yüzüyle karşılıyor önce, sonra elleriyle. Allahtan birazdan eve girecek. Ustasının dediklerini hatırlıyor. “Önce evlerine bir güzel bak oğlum. Durumları nasıl tahminde bulun. Eğer çok kötü durumdalarsa paranın lafını açma, vermeye çalışırlarsa da kabul etme. Bir dahakine dersin. Baktın durumları fena değil, önce onların para vermesini bekle. Oralı olmazlarsa yine de parayı isteme. Hekimbaşı Mehmet Fevzi’ye getirirsiniz kime sorsanız bilir de. Belki sana verirler belki de getirirler. Kısmet artık.”
Eskimiş tahta duvarlar, rengi atmış pencere kenarları, kapı eşiğine serilmiş yarısı yanık yarısı da sökülmüş kilim ve tek ayağı kırık sandalye ile ev, dışarıdan pek iyi durmuyor. Necip, atların iplerini sağlamlaştıran arabacıya dönüp, işinin en fazla bir saat süreceğini, aynı yolu tekrar gideceklerini söylüyor. Arabacı başıyla onaylıyor Necip’i, işine dönüyor.
Necip kapıyı hafifçe tıklattı. Hemen bir hareketlenme duyuyor içeriden. “Geldim,” diyor içerideki ses. “Hemen açıyorum.” Uzun boylu, genç ama gençliği hüzünle gölgelenmiş bir adam açıyor kapıyı. Omuzları içine çökmüş, verdiği kiloların yüzündeki boşluğu hemen okunuyor. Saçlarını kim bilir en son ne zaman taramış, tıraş olmayı da uzun zaman önce bırakmış, belli. Mahcup bir şekilde açıyor kapıyı adam. Necip, bu adamın baba olduğunu düşünüyor. Perişan hali içine dokunuyor hemen. Gitmeden toparlanması için ona da birkaç karışım verecek, aklına yazıyor.
“Buyurun lütfen, girin içeri. Biz de sizi bekliyoruz. Kızım pek fena. Ateşi düşmüyor, vücudunda da sulu büyük yaralar var. Nedir bu illet bilemedik. Çiçek diyen oldu, çıban diyen oldu. Çok da korktuk. Ah! O kadar da yoldan geldiniz, bir su vermedim size. Hemen hemen getireyim.”
Necip, bir bardak suyu tek seferde bitiriyor. Hakikaten de susamış. Ellerini yıkamak için izin istiyor adamdan. Adam, telaşlı elleri ve yorgun yüzüyle tuvaleti gösteriyor. Necip, eski bir bakır sürahi ve kullanmaktan incecik kalmış bir sabunla ellerini yıkamaya yelteniyor, sonra vazgeçiyor. Sabuna el sürmüyor, malum bitmesin. Çantasından kendi sabununu çıkarıyor. Uzun uzun yıkıyor ellerini. Biraz da yüzüne su serpiyor, ihtiyacı var, evin soğukluğu Necip’i hiç etkilemiyor. Yüreğindeki yumruk, bıraksan içinden çıkıverecek. Kullanılmamış diğer sabununu örtüsüyle birlikte banyoya bırakıyor.
Necip ve baba, kızın odasındalar şimdi. Rutubet kokulu, dökük bir oda. Yatak ve yatağın başındaki küçük masa dışında odanın içinde elle tutulur bir eşya yok. Necip, titreyen ellerini nereye koyacağını bilemiyor. Uzun alnı, gerginlikle daha da belirginleşmiş, ince bıyığı dudağının üzerinde bir kalp, sessizce atıyor. Kız, battaniyenin altında titreyerek dişlerini birbirine çarpıyor. Sarı saçları kirli. Kirpikleri birbirine yapışmış. Battaniyenin altından yarımca görünen yüzünün birçok yerinde sulu açık yaralar var. Necip kıza birkaç adım atıyor, battaniyeyi hafifçe kaldırıyor. Vücudunu açıkta kalan her noktasında da aynı yaralardan var. Çiçek hastalığı bu. Kızın alnına elini koyuyor, ateşi oldukça yüksek.
“Merhaba küçükhanım, yaralarınız kaşınıyor mu?”
Küçük kız, evet anlamında başını sallıyor. Onaylayan bir ifade ile devam ediyor Necip.
“Ne kadar çok kaşınsa da mümkün olduğunca yaralarınıza dokunmamaya çalışın. Özellikle yüz çevresindekilere. İz kalmasın. Çiçek hastalığı bu. Bu yaşlarda çocuklarla sıklıkla görülen bulaşıcı bir hastalık. Şimdi size bazı ilaçlar vereceğim. Düzenli bir şekilde kullandığınızda iki hafta sonra hiçbir şeyiniz kalmaz.”
“Beyefendi bir de ateşi yükseldikçe üşüse de üzerini fazla örtmeyin. Sık sık ılık suyla yıkayın vücudunu. Rahatlayacaktır.”
Necip en zor kısmı atlattığını düşünüyor, beklediğinden daha iyi. Özgüvenle çantasındaki malzemeleri çıkarıyor. Bakır, temiz bir tas istiyor babasından. Merhemi hazırlamaya başlıyor. Baba, gözleriyle Necip’i takip ediyor. Hangi malzemeyi nasıl kullandığını dikkatle izliyor. “Eğer,” diyor Necip, “merhem iki haftadan önce biterse, ilacı siz de hazırlayabilirsiniz. Bırakacağım malzemeleri güzel muhafaza edin kâfi.” Çantasını biraz kurcalıyor. Üç tane küçük cam şişe çıkarıyor. Kapaklarını açıp kokluyor tek tek. Birinde, “Oh,” diyor, “işte buldum.” Merhemin içine dört damla gül yağı damlatıyor. Tekrar karıştırıyor. Dört damla da sakız yağı ekliyor. Sakız yağını renginden hemen ayırt edebiliyor.
Çantasını tekrar karıştırıyor Necip. Birkaç yanlıştan sonra doğru olan cam şişeyi buluyor. Babaya dönüyor, “Bu da sizin için,” diyor, “sabahları suyunuzun içine iki damla damlatın ve aç karnına için. Kendinizi daha iyi hissedeceksiniz.”
Baba, al al olmuş. Mahcup ve sulanmış gözlerle Necip’e teşekkür ediyor. Necip, ustasından öğrendiği gibi babanın gözlerinin içine bakmadan teşekkürleri kabul ediyor. Baba, bir şeyler daha söylemek istiyor, yüzü yere dönük, küçüldükçe küçülüyor. Birkaç kelime çıkıyor ağzından, anlaşılmıyor. Necip durumu anlayıp hemen müdahale ediyor. “Bir dahakine verirsiniz, hiç sorun değil.”
Ustası şu an burada olsa Necip’le gurur duyardı. Necip, bundan adı kadar emin.
Necip evden çıktı. Yumuşak adımlarla at arabasının yanına gidiyor. Arabacı Necip’i beklerken uyuyakalmış, biraz da üşümüş. Halbuki bir saatten önce bitirdi işini, bu arabacı da bir âlem. Necip iki kere sarsıyor arabacıyı. O da kocaman esneyerek uyanıyor, Necip’in yüzüne yüzüne, Necip’i tanıyamayarak. Birkaç saniye içinde kendine geliyor. “Aman efendim, uyuyakalmışım af buyurun.”
Taşlı yollara döndü Necip. Avuç içindeki harlı alev sönmüş. Yüreğine sıkışmış alacaklı yumruk, almak istediğini çoktan aldığından olsa gerek, sakince duruyor. Arabacı hâlâ uykulu, takıldığı taşları artık umursamıyor.
Ustasını düşünüyor Necip, onun öğütlerini ve bazen dinlerken sıkıldığı hikâyelerini. Sonra cepsaatlerini düşünüyor, yolda rast geldiği delikanlıları ve bir tebessümün onu nerelere götürdüğünü. Kızı düşünüyor; kızın yüzünde, vücudunda çıkan sulu çiçek yaralarını, –keşke çiçek olsalar gerçekten de. Yeşil gövdeleri ve beyaz yapraklarıyla ortasındaki güneşi andıran sarılık ve o sarılığın derinlerindeki tomurcuklarıyla, kokusunun mahallelerce duyulduğu nergis çiçeği olsalar keşke– babayı düşünüyor sonra; içindeki o kocaman bir taşla, yer çekiminin iyice kendine çektiği o babayı.
Tüm kitaplara ve ustalara rağmen insanın tek bir sıvıdan oluştuğunu düşünüyor Necip.
Sevda.
Sevda.
Sevda.
Sev/da.
Yazan: Fatma Nur Kaptanoğlu
Fatma Nur Kaptanoğlu hakkında
06.06.1993 Marmaris doğumlu Fatma Nur Kaptanoğlu, üniversite eğitimini Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Pedagojik Formasyon Eğitimi, NOTOS Oyun Yazarlığı Eğitimi ve Bahçeşehir Üniversitesi Kısa Film Yönetmenliği Eğitimi aldı. Yazarlık, editörlük, öğretmenlik yaptı. 2017 yılında Kaplumbağaların Ölümü isimli ilk öykü kitabını çıkardı. Homologlar Evi yazarın ikinci öykü kitabıdır.