Hafıza-i Beşer: Osmanlı Yazmalarından Hikâyeler sergimizden ilhamla Trendeki Yabancı dergisi ile hazırladığımız dizimizde 4. öyküdeyiz bu hafta. Toplam 6 yazarın 6 hikayesi 6 hafta boyunca her Pazartesi günü İAE Blog’da yayınlaşmış olacak ve 1 Şubat’ta ise tüm öyküler Trendeki Yabancı’da yayınladı bile!
Bugün sıra, dizinin dördüncü hikayesi, Dilşad Çelebi imzalı “Nedir Bais Sükuta?”da. Önümüzdeki haftalardakiler Fatma Nur Kaptanoğlu ve Emirhan Burak Aydın’a ait olacak. Onur Orhan, Berkan Şimşek ve Hikmet Hükümenoğlu’nun öykülerini ise geçtiğimiz haftalarda yayınlamıştık. Keyifli okumalar.
Münevver aramıza katıldığında hekimbaşının ölesiye afyon yediği günün ertesiydi. Sarayın duvarları içinde gerçekleşmiş olan bu vakayı hiçbirimiz görmemiş dahi olsak havadisi bile haremi sallamaya ziyadesiyle yetecek bir zelzeleye sebep olmuştu. Hekimbaşında afyona bir inhimak peyda olduğundan haberdar olan Murad, afyonu patlamak deyimini gerçekten yerine getirmek istemiş olacak ki onunla satranç tahtasının başına karşılıklı olarak oturmadan evvel hekimbaşına patlayana kadar afyon yedirmişti. Murad işte, Murad! Düşüncelerimde bile hürmet göstermeden yalnızca adıyla anabilmek için dahi gayret sarf ettiğim Murad; şevketlu, devletlu Sultan IV. Murad. Hekimine ölesiye afyon çiğnettikten sonra onu satrançta yendim diye şad olan Murad. Bu duvarları sedeflerle ve kaplumbağa kabuklarıyla süslü altın kafese hapsolmamın sebebi Murad. Beni burada unutan Murad… Muhtemelen benden haberi bile olmayan Murad…
Münevver’in döşeğini kurmak için beni görevlendirmişlerdi çünkü padişah beni huzuruna çağırmadıkça ayak işlerini ben görür, acemilere ben hizmet eder olmuştum. Ben de müşteki değildim aslında bu vaziyetten. Onun koynuna girmektense burada, gül kokulu hatunların arasında olmaktan, hatunlara hizmet etmekten memnundum. “Alev almışçasına al saçların yüzünden olmasın?” diye sormuştu Ayşe Kalfa, geldiğimden beri bir kez olsun halvete çağrılmadığımı bildiğinden. Sebebi o muydu bilemeyeceğim ama gerçekten de her daim alev almış gibiydi saçlarım. Bazen yastığımın kenarına bir yoldaş gibi uzanırlardı da ben bile şaşardım böylesine al olmalarına. Mevzu saçımın rengi olsa çözümü basitti, kına ve çividi sumak suyuyla harmanlayıp saçlarıma sürmem yeterdi kara saçlı olmaya. Lakin nice al saçlı hatunlar vardı da on güne kalmaz sultanın yanına varırlardı. Benimkiler kadar al olmasa da aldı işte onların saçı da. Zaten dedim ya, yakındığım yoktu bu halden. Burada unutulmuş olmaktan memnundum hatta. Hele bir de Münevver geldikten sonra… Koca kara gözlerini hayretle açıp öyle bir bakmıştı ki etrafına içindeki hatunlarla beraber tüm haremi gömmüştü o karalıklara da yine bir dünya yer kalmıştı. Biz de neredeyse onun kadar şaşkındık aslında. Münevver’in güzelliğine şaşmıştık. On dört yaşında ya vardı ya yoktu. Elimizden gelse biz de ona baka baka hapsedecektik gözlerimize ama Münevver’in güzelliğini hapsetmek ne mümkün? Su olsa çağlar gider, ateş olsa yakar kavurur bir güzellik… Böyle bir hatunun gelişi haremde kulaktan kulağa yayılan bir mevzu olmuştu. Elbette hekimbaşının hadisesinden sonra.
Dışarısıyla tek bağlantımız olan haremağalarından duyduğumuza göre hekimbaşı, namıdiğer Emir Çelebi afyon sevdasının ötesinde iyi bir hekim ve iyi bir adammış. Lakin beş sene evvel çıkan büyük yangından sonra halkın tütün ve içki kullanmasını dahi yasaklayan sultan, hekimbaşının bir de afyon müptelası olduğunu öğrenince mevzuyla bizzat alakadar olmak istemişti. Emir Çelebi’yi huzuruna çağırtmış ve ona avuç avuç yedirmişti bu yasak sevdasından, sonra da satranç oynamaya başlamışlardı. Anası Kösem gibi, Murad da pek severdi bu oyunu. Anlattıklarına göre hekimbaşı ne kadar yalvarsa da, “Yeter padişahım, kuluna yazıktır, bu kadar şey panzehir dahi olursa mühliktir,” diye diye ağlasa da Murad geri adım atmamış. Hekimbaşı çaresiz yutmuş belki de ömrü boyunca uğraşsa müptelası olarak yutamayacağı kadar afyonu. Zaten ömrünün boyu da pek uzun değilmiş vesselam. Oyun pek de ilerleyemeden, henüz daha padişah hekimbaşının üç piyonuyla bir filine el koymuşken başlamış afyonun tesiri. Hekimbaşı satranç tahtasına odaklanamaz olmuş, başı hep gökte. Hekimbaşı her ne kadar neticesini bilse de padişah, “Nereye bakıyorsun, önüne bak,” diye onu azarladıkça yine de gayret etmiş oyunu sürdürmeye. Zaten pek de dayanamamış, çok geçmeden tamamen koyuvermiş kendini. Sarayın tavanından artlarına alev takmış yıldızların geçtiğini söylüyormuş şuurunu tam manasıyla yitirmeden evvel. Sanki hiçbir olağanüstü hal yokmuş gibi oyuna devam eden Murad şah çektiğinde hekimbaşı istifra etmeye başlamış. Öylesine çok istifra etmiş ki sultanın odasındaki İran halısını atmak zorunda kalmışlar hekimbaşının alev alev yanan bedeniyle beraber. Bana kalsa Münevver’i geldiği gibi bu hikâyeyle korkutmazdım. Koynuna gireceği adamın nasıl bir zalim olduğunu en azından ilk günden bilmesine lüzum yoktu ki. Ama işte dedim ya harem sallanıyordu hekimbaşının havadisiyle, Münevver’in kulağına nasıl gitmesin?
Döşeğini ben kurdum Münevver’in. Birkaç kez yardım etmeye yeltendiyse de müsaade etmedim. “Herkesin işi malum, sen benim azar mı işitmemi istiyorsun?” diye tatlı tatlı azarlayınca utanarak gülümsedi. Ah o ufacık dudakların kıvrılışını bir görseydiniz… Gülümseyişi öylesine latif, öylesine nazikti ki… O an anladım. Tüm ömrümü yalnızca bu hatunun döşeğini kurarak dahi geçirsem bana yeterdi. Köyümden getirilip hareme kapatıldığım güne okuduğum lanetler bitti Münevver geldikten sonra. Hayatım bir mana kazandı. “Demek bunun içinmiş,” dedim. Bunun için çekmişim onca cefayı. Bu gül yüzlü, latif gülüşlü, feza gözlü, ufacık burunlu hatun gelsin de hayatımı ışıtsın diye yürümüşüm o karanlık yolları.
Aradan günler geçiyor ama Münevver’in ürkekliği hiç geçmiyordu. Hareme alıştıkça rahatlar, o da diğer hatunlar gibi kendini koyuverir, diğerlerine benzer, bize benzer diyordum ama olmuyordu. Hep aynıydı. Zamanla anladım. Ondaki bu ürkeklik ilk an şaşkınlığından mütevellit değildi, topyekûn hayata karşı ürkekti Münevver. O kadar güzeldi ki ürkmekte de haklıydı. Haremin bir yarısı kıskançlıktan ona cephe almışken, diğer yarısı da menfaatlerinden dolayı ona yanaşmaya çalışıyordu. Güzelliğinin çok geçmeden padişah tarafından fark edileceğine hepimiz emindik çünkü. Geleceği parlaktı Münevver’in. Bir şehzade verecekti belki de Murad’a. Osmanlı hanedanına onun soyu karışacaktı. Geleceğin Kösem’i olacaktı Münevver.
Diğerlerinin aksine ben ne kıskanıyordum ne de yaltaklanıyordum ona. Çünkü ben düpedüz seviyordum Münevver’i. Hem de ne sevgi… Aklım çıkıyordu biri kıracak kanadını bir kuytu köşede diye. O da biliyordu sanki, anlıyordu nasıl da onun için aklımın gittiğini. Cemiyet kurulup da şarkı söylediğimiz gecelerde göz göze gelirdik bazen. Yine latif gülümserdi Münevver bakışını benden kaçırmadan evvel. Tüm gece dudağının kıvrılıveren kenarını hayal ederdim.
Münevver geleli kırk gün olmuş olmamıştı, nakış dersindeydik… Elimde iğne iplikle büyüdüğümden acemilerle benim alakadar olmamı buyurmuştu Ayşe Kalfa. Ben yanımdaki hatuna karanfil işlemenin inceliklerini gösterirken yan gözle de Münevver’i izliyordum. İğne battı eline. Ancak bir serçe ciklemesi kadar sesi çıktı. Sanki parmağı kopmuş gibi aklım gitti. Yanımdaki hatunun işini bir kenara atıp öyle bir koştum ki yanına… Tuttum parmağını acıyan yerinden öptüm. Tüm acemiler hayretle olanları izliyordu. Alt tarafı bir iğne hatun! Neyin yaygarasıydı bu? Cananın canının yanmasının yaygarasıydı bu! Ne anlarlar? Münevver anladı. Ürkek Münevver, şaşkın Münevver anladı ve bu yaptığımı hiç de yadırgamadı. Uzandı dudağımı sildi diğer eliyle. İğnenin açtığı delikten çıkan bir damla kan dudağımın kenarına bulaşmış olmalıydı. Ve yine nazikçe gülümsedi, bu kez akabinde bakışlarını kaçırmadan hem de. Birbirimizin gözlerinin içine baktık ve gülümsedik. Ardımdan fısıldaşır oldu hatunlar bu vakadan sonra. Ama umurumda bile değildi. Münevver beni kınamamıştı, beni yargılamamıştı. Hatunlar ne fısıldaşmışlar umurumda bile değildi. Sanki haremin sedef ve kaplumbağa kabuklarıyla süslenmiş kapılarının ve duvarlarının arasına sıkışmış değil de göklerdeydim. Göklerden aşağıya bakıp şunları düşünüyordum: Haremi inşa ederken; duvarlarını, kapılarını süslerken; incinin yuvasının duvarlarını, kaplumbağanın yuvasının duvarlarını alıp da bizim yuvamızın duvarlarına kakarlarken farkındalar mıydı acaba yarattıkları metaforun? Yoksa sadece dönemin estetik anlayışının bir neticesi miydi?
Çok kalamadım göklerde. Tutup çektiler geri. Yere indiğimde kendimi halvete gitmesi için Münevver’i hazırlarken buldum. Ne de olsa acemilere uşaklık etmek benim işimdi. Hamama ben soktum Münevver’i. Ürkek bedenini ben soydum. Bembeyaz tenini keselemeye kıyamadığımdan, zeytinyağlı sabunlarla ovdum sadece. Yeni yeni yuvarlanmaya başlayan hatlarını ovalarken, utandı da nazikçe gülümsedi yine gözlerini hamamın yerindeki taşlara devirip. İşte o dem baktığı taş olmak istedim. Münevver bir cesaret bakışlarını yerden alıp yine bana yöneltti, taş oldum. “Çok korkuyorum Fatma,” dedi gözlerimin içine bakıp. İçinde ne varsa her şeyiyle sarayı yakmak istedim. Ama “Korkacak bir şey yok,” diyebildim sadece. İkimiz de inanmadık ama inanmış gibi yaptık. Münevver’i kurulayıp gülsuyu sürdüm. İki hatun daha yardım etti ben Münevver’i giydirirken. O gece İstanbul’da bir büyük yangın daha çıktı. Benim dışımda kimsenin haberi olmadı.
Münevver ertesi gün hareme döndüğünde herkes ona kıskanan gözlerle baktı. Duruşuna baktı, yürüyüşüne baktı, sanki üşüyormuş gibi omzundan aşağı usulca uzanıp kendini saran ellerine baktı. Ama kimse gözünün içine bakmadı. O yüzden fark edemediler gözlerinin içindeki değişikliği. Münevver’in gözlerinin içindeki feza yitip gitmişti. Bir ben gördüm. Benim dışımda kimsenin haberi olmadı. Ama o bir daha benim gözüme bakmadı. Belki onu koruyamadığım için bana kızdığından, belki de zaten ortada korunacak hiçbir şey olmadığından. İnat gibi o ne zaman halvete gidecek olsa beni görevlendirdiler. Ben yine usulca yıkadım onu, kanadı kırılıverecekmiş gibi narince giydirdim. Münevver hep uzaklara baktı. Sanki baktığı yerde haremin duvarlarından ötesini görüyormuş gibi. O öyle uzaklara baktı, ben onu yıkadım. Birbirinin aynı geçti günler ta ki bir sabah çığlıklarla uyanana kadar. Tüm harem feryat figan haldeydi. Kendime gelip de çığlıkların koptuğu yere gidene kadar aralardan seçtiğim üç-beş kelimeden birinin canına kıymaya teşebbüs ettiğini anlamıştım. Ama bu canın benim canım olduğunu anlamam için halının üstüne serilmiş kara saçları, göğe doğru açılmış küçük beyaz avuçları görmem gerekti. Zaman öylesine yavaşladı ki durdu sandım. Bir çember gibi etrafını sarmış olan tüm hatunları kenara ittim de öyle vardım yanına. Başını, o güzel başını tuttum dizime koydum. Münevver yine uzaklara bakıyordu. Eliyle yukarıyı işaret etti. “Şu yıldızı görüyor musun Fatma,” dedi, “sanki ardına alev takmış gibi akıp gidiyor.” Gösterdiği yere baktım, haremin sedef ve kaplumbağa kabuğu kakmalı tavanından başka bir şey yoktu gösterdiği yerde. Ama dönüp Münevver’e baktığımda gördüm gösterdiği şeyi: Feza Münevver’in gözlerinin içine geri gelmişti. Alev almış bir yıldız seyrediyordu bu gözlerin içinde. O dem nasıl yavaşladıysa zaman akabinde o şiddette aktı gitti. Münevver istifra etmeye başladı, soluğu yavaşladı, o güzel bembeyaz yüzü morardı. Ne yaptılarsa kurtaramadılar, kurtaramadık. Çok geç kalmışız. Dediler ki hızlıca tesir etsin diye hardal yağında çözünmüş halde içmiş ufacık bünyesinin kaldırabileceğinin beş-altı misli afyonu. Canına kıyacağı afyonu ise Murad’ın armağanlarından birinin karşılığında bir haremağasından temin etmiş. Haremağasının cebindeki elmas işlemeli yüzüğü gören birinin ihbarıyla çıkmıştı hakikat ortaya. Açgözlü haremağası ne bilsin neticesinin böyle olacağını, keyfine istiyor sanmış. Münevver öldüğünde on beş yaşında ya vardı ya yoktu.
On iki yıl sonra üstümüzden gerçek bir kuyruklu yıldız geçtiğinde bir ben bildim o gün Münevver’in gözlerinden geçen yıldızın bunun tıpatıp aynısı olduğunu. Benim dışımda kimsenin haberi olmadı.
Yazan: Dilşad Çelebi
Dilşad Çelebi hakkında
Burslu okuduğu İstanbul Bilgi Üniversitesi bilgisayar bilimleri bölümünden 2009 yılında mezun olunca oyunculuğa yöneldi ve reklam filmleriyle başladığı oyunculuk kariyerine Gönülçelen, Bugünün Saraylısı, İntikam, Eve Dönüş gibi dizilerle devam etti. Bu sırada yazdığı Yıldızsız Ülke adlı çocuk kitabı serisi Doğan Egmont’tan yayınlandı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde işletme programında yüksek lisansını tamamladıktan sonra yine aynı bölümde doktora yapmaya başladı. Çağ Çalışkur’dan oyunculuk, Mihran Tomasyan’dan doğaçlama dans dersleri aldı. Tomris adlı ilk romanı Doğan Kitap’tan yayınlanan Dilşad Çelebi tiyatroya Çıplak Vatandaşlar ve Uyandığımda Sesim Yoktu oyunlarıyla devam ediyor.