Hafıza-i Beşer: Osmanlı Yazmalarından Hikâyeler sergimizden ilhamla Trendeki Yabancı dergisi ile hazırladığımız öykü dizimizde 3. öyküdeyiz. Toplam 6 yazarın 6 hikayesi 6 hafta boyunca her Pazartesi günü İAE Blog’da ve 1 Şubat’ta tüm öyküler Trendeki Yabancı’da!
Bugün sıra dizinin üçüncü hikayesi, Hikmet Hükümenoğlu imzalı “Tırsık”ta. Önümüzdeki haftalardaki öyküler Dilşad Çelebi, Fatma Nur Kaptanoğlu ve Emirhan Burak Aydın’a ait olacak. Onur Orhan ve Berkan Şimşek’in öykülerini ise geçtiğimiz haftalarda yayınlamıştık. Keyifli okumalar.
Uçağa binmekten nefret ettiğimi biliyordu. Korkudan birkaç gün kendime gelemediğimi, bağırsaklarımın bozulduğunu, uyku düzenimin bozulduğunu. Hepsini bilmesine rağmen inadına yapıyordu. Neymiş efendim, toplasan iki gün kalacakmışım, cuma sabahı gider pazar akşamı dönermişim. Hem gitmişken ailemi de ziyaret edermişim, fena mıymış. “Duyan da seni cezalandırıyorum sanır,” dedi. Farkında olmadan en büyük cezayı vermişti aslında, uçak korkusundan çok daha büyük bir ceza.
Artık 21. yüzyıldayız, internet denen bir şey var, sergiyi yerinde görmek şart mı? demedim, çünkü Simon denen –neyse küfür etmeyeceğim– yani benim patron, birisine kızdı mı ona hayatı zehir ederdi. Zaten yeteri kadar kızdırmıştım, biraz daha üstüne gitmenin âlemi yoktu. Bana kalırsa Simon çok yanlış bir meslek seçmişti. 80’lerde kokainman bir borsacı olsaydı mesela, evrenin ona ayırdığı yere şıp diye oturur, başarıdan başarıya koşardı. Bu senaryo işindeyse, tamam, hırsı vardı, çevresi vardı ama ne yazık ki hiç yeteneği yoktu. Son dizisi, sezonun ortasında yayından kaldırılmıştı. Üç hafta süren sinir krizini atlatır atlatmaz yeni bir proje için sunum hazırlamaya başlamıştık ve hala bir arpa boyu yol alamamıştık.
İyi de, Da Vinci taklitleri çoktan bitmedi mi? 2019 yılında hangi dizi izleyicisi Osmanlı elyazmalarını merak eder – diyordum (içimden elbette) ama belli ki merak eden varmış. Yoksa benim gibi ikinci sınıf bir senaryo asistanına uçak bileti alıp İstanbul’a göndermezdi. Ceza olarak bile.
Beyoğlu’nun en leş sokağındaki tek yıldızlı otelime çantamı bırakıp çıktım. Pera Palas’ta oda beklemiyordum ama bu kadar kötüsüne de kendimi hazırlamamıştım doğrusu. Çıkmadan önce tuvalet temiz mi diye bakacaktım ama bir türlü cesaretimi toplayamadım. O macerayı akşam odaya dönene kadar erteledim. Resepsiyondaki mafya dizisi kaçkını adama, “Değerli eşyalarımı bırakabileceğim bir kasanız var mı?” diye sormaya kalksam, cesedim güneş batarken Haliç sahillerine vururdu, emindim. O yüzden pasaportumu ve acil durumlar için ayırdığım paramı atletimin altındaki çift fermuarlı keseye yerleştirdim, öyle çıktım.
Annem burada olduğumu hissedip beni arayacak diye havaalanına girdiğimden beri telefonumu kapalı tutuyordum. Altıncı hissi güçlüdür, kesin kokumu almıştır. Boş bulunup telefonu açarsam nelere maruz kalacağımı da gayet iyi biliyordum. Neredeydim? Üstüm ince miydi? Neden geleceğimi haber vermemiştim? Ne demek otelde kalıyordum? Nasıl bir oteldi, güvenilir bir yer miydi? Odam büyük müydü? Sonra da yeteri kadar iyi maaş almadığımdan, ona gönderdiğim paranın yetmediğinden, dizlerinden, gözlerinden, evden çıkamadığından ve televizyondaki programlardan şikayet edecekti. Ben de senin kadar yalnızım ama bu kadar söylenmiyorum anne demeyecektim. Çünkü gerek yoktu.
Telefonumu kapalı tutuyordum ama on dakikada bir açıp mesaj geldi mi diye kontrol etmezsem içim rahat etmiyordu. Annemden değil, sevdiğim kadından mesaj beklemekteydim. İsmini kirletmek istemiyorum, ondan sadece baş harfiyle söz edeceğim. Soluk alıp vermesi beni hayata bağlayan tek insandan. Bunları yazarken abartıyor muyum diye düşünmedim değil – ama hayır, şimdiye kadar hayatımda hiç kimse bana böyle şeyler hissettirmemişti. Tanıştığımız günden beri her gece onu düşünerek uykuya dalıyordum, her sabah onu düşünerek uyanıyordum.
Telefonumu uçak modundan çıkarıp kontrol ettim. M.’den mesaj gelmemişti.
***
İlkokulda bir veli toplantısında annem öğretmenime, “Bizim oğlan çok tırsık, her şeyden korkuyor, ne yapmalı?” demiş. Öğretmenim, “Tırsık demeyelim de endişeli bir yapısı var diyelim,” diye düzeltmeye çalışmış ama bilmiyor ki annem daima haklıdır. Bizimkine kalırsa öğretmen salağın tekiydi ve ben tırsık bir çocuktum. Ona kalırsa hala da öyleyim. Ben şahsen ilkokul öğretmenimin tarafını tutuyorum – kadının adı dilimin ucunda. Endişeli bir yapım olduğunu inkar edemem.
Elbette ki her şeyden korkmuyordum ama doğruya doğru, bu şehirde olmak beni geriyordu. Evimden 3.000 kilometre, doğduğum eveyse üç durak mesafede olduğumu düşünmek bile midemin tepe taklak olmasına yol açıyordu. Saç ektirmeye gelen Arap turistlerle ve tinerci çocuklarla burun buruna gelmemek için ikide bir kaldırım değiştirdim. Greenpeace gönüllülerinden koşarak kaçtım. Koşarken terlemeye başladım. En kalın montumla gelmiştim salak gibi. Londra buz gibiydi ama İstanbul’a kış henüz uğramamıştı belli ki.
Her şeyden korkmuyordum ama insanlarla tartışmaktan hiç hoşlanmıyordum. Aklımdan geçenleri yüzlerine söylemeye kalkarsam verecekleri tepkiyi düşünmek beni endişelendiriyordu. Basit bir endişe değil, mideyi düğümleyen türden. Paniğe sokuyordu diyelim. Ya hoşlarına gitmezse, ya beni yanlış anlayıp bozulurlarsa? Ya salak olduğumu düşünürlerse? Ya sinirlenip kavga çıkarırlarsa? Ya başım belaya girerse?
Müzenin resepsiyonundaki kız, sorduğum serginin başka bir binada olduğunu söyleyince biraz telaşlandım. “Çok uzak mı, yetişir miyim?” dedim. Anlamadı. Bir defa da Türkçe sorunca, madem Türk’sün niye beni uğraştırdın der gibi ters ters baktı. Çünkü annem İngiliz aksanıyla Türkçe konuşmamı ayıplıyor diye izah etmeyi düşündüm ama vazgeçtim. Sanki isteyerek aksanımı bozmuşum gibi. Konuşacak kimseyi bulamayınca ister istemez böyle oluyor.
“Çok yakın,” dedi, “kapanışa daha kırk dakika var, rahat rahat yetişirsiniz.”
“Önden mekânı hızlıca bir dolaşayım, yarın eserleri incelemek için bir defa daha gelirim,” dedim.
Neden böyle bir açıklama yaptığımı anlamadı. “Nasıl isterseniz,” diye gülümsedi.
Telefonumu bir kere daha uçak modundan çıkarıp kontrol ettim. M.’den hâlâ mesaj yoktu.
***
Son toplantıdaki konuşmalardan anladığım kadarıyla Simon’ın hayallerini şöyle bir senaryo süslüyordu: Palyaço maskeli hırsız, teknoloji harikası lazer çakısıyla camı kesiyor. Delikten içeriye uzanıyor ve antika elyazmasını kuyumcu hassasiyetiyle çıkarıyor. Siyah saçlı, siyah deri montlu kadına veriyor. Kadın dışarı çıkınca başındaki peruğu fırlatıp atıyor, meğer sapsarı saçları varmış. Kaskını takıp motosikletine atlıyor ve oradan uzaklaşıyor. Kuşbakışı İstanbul manzaraları. Topkapı. Ayasofya. Evrenin en kadim sırlarını ve şifrelerini saklayan elyazması. Falan filan. Birinci bölümün sonunda, Kapalıçarşı’nın çatısında kubbelerin arasında uzun bir kovalamaca sahnesi. Kadını kovalayan kahramanımız, yani tarihî eser kaçakçılarını enseleyen kahraman dedektifimiz, koyu gri takım elbiseli, incecik kravatlı ve siyah güneş gözlüklü bir tarih profesörü aslında. Ve doğal olarak bölüm boyunca kadınla bol bol sevişiyor çünkü son âna kadar onun kim olduğunu bilmiyor!
“Ya sabır” lafının İngilizce karşılığını bulamadım.
Sergiye girer girmez not defterimi çıkarıp mekânın krokisini çıkarmaya koyuldum. Girişler, çıkışlar. Güvenlik görevlileri ve kameralar… Hepsini hızlıca işaretledim. Nasıl olsa serginin bire bir aynısını yapamayacaktık, bari eserleri benzetelim diye düşündüm. Fotoğraf çekmeye başladım. Önce meyve bıçağını andıran aletler gözüme çarptı. Bu sivri uçlu nesnelerden pek güzel cinayet olur diye düşündüm. Gerçekte ne işe yaradıklarını etiketi okuyunca anladım. Kalemtıraşlar, İstanbul, 19 yüzyıl. Mercan, fildişi, yıldız taşı, atın, çelik.
Simon’a, “Artık şu James Bond kılıklı kahramandan vazgeçsek daha iyi olmaz mı?” diye sormuştum toplantının sonunda. O anda nasıl öyle boş bulunup çenemi tutamadım, bilmiyorum.
Kafasını önündeki kâğıtlardan kaldırıp dik dik suratıma baktı. “Sen nasıl bir kahraman tercih edersin şekerim?” Simon yanında çalışan herkese, kadın-erkek genç-yaşlı fark etmez, “şekerim” diye hitap ederdi.
Konuştuğuma pişmandım ama laf ağzımdan çıkmıştı artık. “Biraz daha gerçekçi olabilir,” dedim. “Sahici bir insan. Markalı takımlar yerine ucuz montuyla ve ucuz siyah ayakkabılarıyla iz süren bir polis. Öyle iriyarı kaslı filan değil de, ne bileyim, daha az dikkat çekecek birisi.”
“Yani senin gibi bir tip mi?”
Yüzündeki ciddi ifade bir milim değişmemişti ama benimle dalga geçtiğinin farkındaydım. Kibarca gülümseyip susmam gerekiyordu. “Şart değil,” dedim. “Ancak sokakta gördüğü her kadını baştan çıkarması da gerekmiyor.”
“Eğer senin gibi bir tip olacaksa zaten hiç kimseyi baştan çıkaramaz,” dedi. “Orası garanti.”
“Evet, belki… Yine de James Bond’ların modası geçti bence. Geçen yıl yapılan bir ankete göre genç seyircilerin yüzde 78’i İskandinav dizilerini tercih ediyor, bunun sebebi de–”
“Bak ne diyeceğim. Böyle şeylere boş yere kafa yorma oldu mu? Senden istenen görevleri yap, işimize yarayacak detayları topla, yeter. Başka bir şeye karışma. İçini ben doldururum. Senin fikrini merak edecek olursam sorarım.”
***
Hafıza-i Beşer. İngilizceye, İnsanlığın Hafızası diye çevirmişler.
Çalınacak kitabın kapağında böyle yazmalı diye düşündüm. Tabii Simongillerin anlayabilmesi için Latin harfleriyle. Ve tabii İngilizce. O da yetmez, bizim profesör-dedektif tane tane anlatırdı kafası basmayanların hatırı için.
Yalan yok, elyazmaları tahmin ettiğimden çok daha etkileyiciydi. Hatta Simon’ı filan tamamen aklımdan atıp saatlerce orada kalmak ve hepsini tek tek incelemek isterdim. Fakat önce iş. Panolardaki bilgileri defterime not ettim. Sayfanın sınırlarını belirten çizgilere cetvel denirmiş. Bunları cetvelkeş denen sanatkarlar yaparmış. Tam benlik diye düşündüm, ben çizgileri çekeceğim, başkası gelip içini dolduracak.
Telefonumu bir kere daha uçak modundan çıkarıp kontrol ettim. M.’den hâlâ mesaj yoktu. Ve bu tamamen Simon’ın suçuydu aslında.
***
M.’le toplam üç öğlen buluştuk, ikisi bizim ofisin altındaki kahvecide, üçüncüsü ucuz bir Hint lokantasında. Ben daha sık görüşmek istiyordum ama o, “Biraz ağırdan alalım, olur mu?” dedi. Kafası karışıkmış. Daha doğrusu, yeni tanışıp görüşmeye başladığı birisi daha varmış ve karar veremiyormuş. Nasıl birisi diye sordum, böyle bir soru sormam tuhafına gitti. “Güçlü kuvvetli birisi… Vardır ya öyle tipler,” dedi ve lafı değiştirdi. James Bond kılıklı bir herif olduğuna emindim.
Hesapta bugün ilk defa öğlen değil, akşam buluşacaktık. Sonunda ısrarlarıma dayanamayıp teklifimi kabul ettiğinde az kaldı heyecandan aklımı oynatacaktım. Kendimi güçbela sakinleştirmiştim. Güzel bir İtalyan lokantasında yer ayırtmıştım. Erken bir yemek, üstüne Fellini’den La Dolce Vita. Sormuştum, izlememiş. Hoşuna gideceğine emindim.
Sonra aniden bu iş çıktı ve randevumuzu iptal etmek zorunda kaldım. Mesajlarımın hiçbirisine cevap yazmadı.
Divan. Zübeyde Hanım (ö. 1780). Zübeyde Hanım, en beğenilen kadın şairlerden birisiymiş. Hayranları, kitabı kendi yazılarıyla kopyalayıp çoğaltıyorlarmış. 1700’lerde âdet buymuş, kitaplar elden ele bu şekilde yayılıyormuş. Cep telefonumu açıp internetten Zübeyde Hanım hakkında bilgi aradım.
M.’in deri kapaklı, şişman bir defteri vardı. İlk buluşmamızda elinde görmüştüm. Arasından kartpostallar, kuru yapraklar, eski sinema biletleri, dergilerden kesilmiş resimler fışkırıyordu. Kapağı lastikle bağlıydı, “Patlamasın diye,” demişti gülümseyerek. Şiirlerini o deftere yazıyordu.
“Başka kimse senin okuduğun gibi okumadı,” dedi ikinci buluşmamızda. “Aslına bakarsan başka okumak isteyen olmadı. Sırf senin hoşuna gidiyor bunlar.” Öteki herifi kastediyordu.
M.’i düşündükçe sırf benim gözlerim doluyordu.
***
Etrafta kimse yoktu ama yine de birisi beni ağlarken görmesin diye kendimi tuvalete attım. Erkekler tuvaletini bulamayınca üzerinde tekerlekli iskemle sembolü olan kapıdan içeriye daldım. Yüzümü soğuk suyla yıkarken telaşa kapıldım. Ya o anda tekerlekli iskemlede birisi gelse ve çok acil tuvaleti kullanması gerekseydi? Ayıp değil miydi bu yaptığım. Rezil olacaktım. Midem yine tepetaklak oldu, bağırsaklarımdan gurul gurul sesler çıkmaya başladı. Kendi kendime sinirlendim sonra. “Sersem,” dedim aynaya, “serginin kapanmasına iki dakika kalmış, senden başka kimse yok zaten…”
Annem bana sinirlendiğinde ya da onun tabiriyle “vızıldamama daha fazla tahammül edemeyeceğini anladığında” beni evdeki küçük tuvalete kilitlerdi. Kimsenin kullanmadığı alaturka hela ve duvarda bir musluk. Kümes kadar bir yerdi, içeriye girip kapıyı çekince kımıldayacak yer kalmazdı. İnsanın pantolonunu indirip çömelmesi bile imkânsızdı. O karanlıkta helanın deliğinden kıllı bir kol çıkacak, saçlarıma yapışacak ve beni içeri çekecek diye korkudan tir tir titrerdim. Sırf bu yüzden saçlarımı kısa kestirelim diye berberde çok ağladım ama annem asla kabul etmedi. Kızı olsun istemiş, şansına ben çıkmışım.
Müzenin engelliler tuvaleti, bizim evin salonu kadar genişti neredeyse. Duvara yaslanıp hıçkırıklarımın dinmesini bekledim. Kaç dakika geçti bilmiyorum.
Aniden kapı açıldı. Sersemin teki olduğumdan kilitlemeyi unutmuşum. Kapıyla duvar arasında sıkışıp kaldım. Yakalanmıştım işte –aklımdaki tek düşünce buydu– ne suç işlediğimi, niye yakalandığımı bilmiyordum ama rezil olacaktım. Güvenlik görevlisi kafasını uzatıp içeriye şöyle bir bakındı. Ben onu aynadan görüyordum, o beni görmedi. Başını biraz çevirse göz göze gelecektik. İçerisi boş sandı, gerisin geri kapı kapandı. Işıklar söndü.
Gittiğine emin olana kadar bekledim, belki on dakika belki biraz daha fazla. Usulca kapıyı açtım. Biraz önce spotlarla ışıl ışıl parlayan sergi salonu şimdi karanlıktı. Acil çıkış işaretlerinin ışığı olmasa göz gözü görmeyecekti. Çıt çıkmıyordu. Tırsık olabilirim ama aptal değilim. Başıma ne geldiğini hemen anladım. Sergi kapanmıştı ve beni içeride unutmuşlardı.
Binadan çıkmaya kalksam, bu acayip durumu nasıl açıklayacaktım? Güvenlik görevlilerini hırsız olmadığıma nasıl ikna edebilirdim ki? Defterimde krokiler, kameralar, soygun planları vardı. Masum olduğuma kim inanırdı? Nasıl izah ederdim? Edene kadar rezil olurdum. Herkes benimle dalga geçerdi. Aksanın niye böyle derlerdi.
Şimdi düşününce çok mantıklı gelmiyor ama orada, o karanlıkta, panikten nabzım 150’lere fırlamışken hemen kafamda bir plan yaptım. Sabaha kadar tuvalette bekleyebilirdim. Sabah sergiyi gezmeye kalabalık bir grup gelince (seslerden kolaylıkla anlardım) kimseye çaktırmadan dışarı süzülüp aralarına karışırdım. Yeni gelen bir ziyaretçi gibi.
***
Bütün bunlar Simon’ın suçuydu. Hiç olmazsa o berbat otel odasından daha temiz burası dedim kendi kendime. Daha rahat. Bu da sana kapak olsun Simon. Uçakta verdikleri yemekle duruyordum, açlıktan midem kazınmaya başladı. Benimle randevusu yattığına göre M. birazdan James Bond kılıklı herifle buluşacaktı. Kesin. Baş başa yemek yiyeceklerdi. Devamını düşünmek istemedim. Uyku bastırana kadar kafamı meşgul edecek bir şey bulmaya karar verdim.
Defterimi çıkarıp yazmaya başladım.
Sabaha kadar yazdım. Başta ne yazdığımı bilmiyordum, sonra bunun bir mektup olduğunu anladım. Çocukluğumdan başladım anlatmaya. Babamın bizi terk edişini, annemi, evimizi, okulumu. Alaturka helayı bile anlattım. Londra’ya kaçışımı, süpermarketlerde çalıştığım haftaları, ayları, dil kurslarını, kaldığım kalabalık odaları, kızartma yağı kokularını. Güçbela beni kabul eden bir üniversite buluşumu, mezun olur olmaz Simon’ın yanında işe başlayışımı. M.’le tanıştığımdan beri nasıl değiştiğimi, nasıl hayatımda ilk kez Simon’a karşı çıktığımı. Aklımdan geçenleri yüzüne karşı söylediğimi. Sonunda nasıl kendimi burada, bir serginin engelliler tuvaletinde mahsur bulduğumu. Hepsini uzun uzun anlattım.
Sonra ona Zübeyde Hanım hakkında öğrendiklerimi anlattım. Elyazması divanının ne kadar güzel göründüğünü. Yüzlerce yıl önce bir elin o sayfalara dokunup o satırları yazdığını, sonra kitabın elden ele dolaşıp okunduğunu, hayranları tarafından binbir emekle çoğaltıldığını. Zübeyde Hanım’ın babasının şair olduğunu ama kızını şiirden zerre kadar anlamayan, şiir okumayı bile sevmeyen bir adamla evlendirdiğini. Zarif ve ince ruhlu bir kadın olan Zübeyde Hanım’ın o adamla ne kadar mutsuz olduğunu anlattım. Kıvrak zekâsını ve hazır cevaplığını, hüznünü gizlemek için kullandığını. Şakalarının belki şiirleri kadar meşhur olduğunu, dilden dile yayıldığını…
Bunların hepsini önce defterime yazdım, sonra epostaya geçirdim. Telefonumun şarjı bitecek diye ödüm koptu ama neyse ki sabaha karşı uykudan gözlerim kapanana kadar idare etti.
Gözlerim kapanmadan önce son olarak saat farkını hesapladım. Ben buradan çıktığımda M. uyanmış olacaktı. Otobüs durağında beklerken e-postalarını kontrol edecekti. İşe giderken yolda yazdıklarımı okuyacaktı. Kim bilir ne düşünecekti. Normalde endişelenmem gerekirdi ama bu sefer içimde iyi bir his vardı. James Bond’ların modası geçmişti artık.
Yazan: Hikmet Hükümenoğlu
Hikmet Hükümenoğlu hakkında
1971 yılında İstanbul’da doğdum. Üniversite sınavlarında tek bir fizik sorusuna bile doğru cevap veremeden fizik bölümünü kazandım. Baktım dersler hoşuma gidiyor, dişimi sıkıp mezun oldum. Akademisyen olmak istedim ama cesaret edemedim. 2004’e kadar finans sektöründe çalıştım. Sonra işi gücü bırakıp roman yazmaya başladım. İnternette bulduğunuz eski fotoğraflara aldanmayın, bir zamanlar daha kiloluydum ve saçlarım vardı. İlk romanım, Kar Kuyusu 2005’de yayımlandı. Daha sonra Küçük Yalanlar Kitabı, 47 Numaralı Kamara, 04:00 ve son olarak 2016’da Körburun çıktı. Roman dışında öykü yazıyorum ve arada sırada çeviri yapıyorum. Aslına bakarsanız şimdilik sadece bir tane çeviri yaptım (İnsan Çatlatan Hayvan Öyküleri, Hannah Tinti) ve ne kadar güç bir iş olduğunu daha iyi anladım. Metne ihanet ederim diye uykularım kaçtı.