Bizans – Uygarlıklar Arasında Köprü başlıklı 24. Uluslararası Bizans Çalışmaları Kongresi’ne katılımım sonrası kariyerinin başındaki bir Türk araştırmacı olarak kongrede edindiğim deneyimler hakkında bu blog serisine katkıda bulunmamın rica edilmesi beni oldukça onurlandırdı. Aynı zamanda, Belçikalı bir araştırma vakfından burs alan, kariyerinin başındaki bir Türk akademisyen olarak, İstanbul’da düzenlenecekken Venedik’te düzenlenen bu kongreye dair yaşadığım acı-tatlı duyguları paylaşmak için sonunda elime bir fırsat geçtiği için içten içe bir hayli sevindim. Bu cümlenin oldukça uzun olduğunun farkındayım fakat daima aklımda kalacak olan kongrenin ilk günündeki deneyimlerimin temelini oluşturuyor.
Üniversiteden birkaç meslektaşımla, Venedik denilen labirentin henüz boş fakat kısa süre sonra dolup taşacak sokaklarından kongrenin açılış oturumuna doğru yol alırken, bize ödenek veren kuruluşun mali desteğiyle bu kongrede yer alabildiğimiz için ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüp durdum. Birçok farklı ülkeden yoğun katılımcı sayısı nedeniyle kongreye müşfik bir şekilde “Bizans Çalışmaları Dünya Kupası” adını takmıştım. Fakat ne yazık ki labirentte kaybolduk ve kongre tarafından hediye edilen güzel kırmızı çantalar sayesinde saptadığımız ünlü bir Bizans uzmanını (Albrecht Berger) izlemeye karar verdik. Prof. Berger’in, Ortaçağ Konstantinopolis’inin isabetli haritalarını çıkardığına göre iyi bir yön duygusu olacağı yönünde muzip yorumlar yaptık.
Gösterişli Teatro La Fenice’nin giriş salonuna aceleyle ilerledik ve bu sırada eski arkadaşlarla karşılaşırken birbirimizi kaybettik. Bizans Çalışmalarının Dünya Kupası, insanların N95 maskeleri takarak birbirlerine sarıldıkları tuhaf bir kavuşmaya dönüşmek üzereydi.
Alanda daha tanınan kişiler daha büyük kalabalıkları topluyor, daha genç jenerasyonlar ise etraflarında pervane oluyordu. Türk akademisyenler kendi aralarında toplaşırken, Avrupalı muhataplarının çeşitli insan grupları oluşturması, kaçınılmaz bir biçimde dikkatimi çekti. Bu kongrede önemli bir temsil gücü olan, yakın ilişkileri olan bir topluluğuz, diye düşündüm ya da düşünmek istedim. Aklımın bir köşesinde ise Türk akademisyenlerin uzun vize başvurularının yanı sıra yolculuklarına finansman bulabilmek için çırpınırken karşı karşıya kaldıkları sürekli tecrit gerçeği vardı. Ne yazık ki Türk akademisyenler, Avrupalılar gibi farklı kongrelerde arz-ı endam etmek üzere trene atlayıvermek ya da örneğin bir Bizans Çalışmaları kongresi düzenlemek gibi lüksleri pek seyrek yaşayabiliyor. Bunları düşünürken, zihnimde, aslında kongrenin düzenleyicileri olacak bu Türk akademisyenler grubunun, eğer Kongre İstanbul’da olsaydı katılımcıları nasıl gururla karşılayacaklarına dair alternatif bir gerçeklik kurguladım.
Ben de kısa bir süreliğine Türk gruba katıldım ve ardından dolup taşan Teatro La Fenice’de oturacak bir yer bulmak için aceleyle ilerledim. Kurumsal hoşgeldin konuşmaları ve organizasyonu üstlenen İtalyan üniversitelerin tanıtımları (veterinerlik bilimleri, doğum ve bir yüzme havuzundan da sahneler içeren videolar) sürdükçe, Prof. Paul Magdalino’nun açılış konuşmasını ve her ikisi de Konstantinopolis’in saygıdeğer uzmanları olan Prof. Albrecht Berger ve Prof. Nevra Necipoğlu’nun genel oturumunu dinlemek için sabırsızlanıyordum. Aynı zamanda, Venedik ve Padova Üniversitelerinin rektörleri olarak iki kadının kongrenin kurumsal açılış konuşmalarını yapması beni memnun etmişti. Bir tanesi konuşmalarını İtalyanca yapacaklarını, “dillerimizi” korumamız ve çok dilliliği desteklememiz gerektiğini bildirdi. Arkalarındaki ekranda, İngilizce altyazılar verilecekti. Kalabalığın bir kısmı alkışladı. Hoşnutsuz bir düşünce belirdi aklımda: kongre Türkiye’de düzenlenseydi, ana dillerini konuşarak uluslararası bir kalabalık tarafından anlaşılmamayı göze alacak iki kadın rektörümüz olur muydu? İtalyanların bu beyanı, belki Latin dil ailesinden gelen bir dile sahip olduklarından genellikle bu dilleri iyi bilen akademisyenler tarafından anlaşılacaklarına olan güvenlerinden ileri geliyordu, Türkçenin ise böyle bir lüksü yoktu. Bu durum, belki de İngilizce konuşma becerilerinden emin olmayışlarından kaynaklanıyordu ya da dillerini korumak için samimi bir çabaydı. Her halükârda, biz Türklerin aynı durumda ne yapacağından ya da yapabileceğinden emin olamadım. Üstüne üstlük onlar, konuşmalarında Venedik’in bu kongrenin düzenlenmesi için nasıl da mükemmel bir yer olduğunu tekrarladıkça daha da keyfim kaçtı. Kendi kendime, en iyi ihtimalle, Venedik’in, Bizans’ın dost görünen düşmanları arasında en iyisi olacağını mırıldandım; en kötü ihtimalle de Bizans’ın taklitçisiydi. Ayrıca, Türk komitesinin çabalarını konuşmalarında anmamış olmalarını biraz duyarsız buldum. Uluslararası Bizans Çalışmaları Komitesi Başkanı John Haldon’un çarpıcı konuşması, kongrenin İstanbul’da düzenlen(e)meyişine dair pek de üstü kapalı olmayan eleştirileri ve Türk komitesinin çabalarını takdir edişi, oldukça gerekli bir gerçeklerle yüzleşmeydi.
Bir başka gerçeklerle yüzleşme ise açılış konuşmacısı Prof. Paul Magdalino’nun, salonda bulunan kimsenin kolay kolay unutamayacağı sözlerle kongrenin İtalyan düzenleyicileri tarafından göz ardı edilen aşikar gerçeği dile getirdiğinde yaşandı: “Venedik’te en son Bizans’la bu kadar ilgilenen bir grup, 800 yıl önce, sonunda Konstantinopolis’i yağmalayan ve ganimetleri Venedik’e geri getiren Dördüncü Haçlı Seferi’nin katılımcılarından oluşuyordu.” Magdalino kongre ve sonu kötü biten Haçlı Seferi arasında benzetmeler yaptıkça salonda gergin gülüşme dalgaları yayıldı. Daha sonra, Magdalino yön değiştirip Konstantinopolis’in ne kadar istisnai bir yer olduğunu uzun uzadıya anlatırken, yanımda oturan meslektaşıma dönüp, “Orayı hiç terk etmemeliydim!” dedim. Benim gibi birçok İstanbullunun bu düşünceyi kafasında evirip çevirirken aynı zamanda kararlarımızın arkasındaki oldukça geçerli sebeplerin, örneğin kongrenin aslında nerede olması gerektiğinin ve bunun önüne geçen sınırlamaların, gayet farkında olduğunu biliyorum. Yurtdışında, ödenek ve çeşitli akademik girişim fırsatları içeren daha iyi imkanlara erişme şansı edinmiş kişiler arasında olmak aynı zamanda her daim var olan bir nostaljiye bulanmış acı-tatlı bir his veriyor. İstanbul’u, iyisiyle kötüsüyle hep yanımızda taşıyoruz. Kısa süre sonra, toplantı yerine gelirken takip ettiğimiz Berger bir defa daha Ortaçağ Konstantinopolis’i hakkındaki engin bilgisini konuşturdu (ve bir haritası da vardı) ve Nevra Necipoğlu da Geç Bizans Dönemi Konstantinopolis’indeki manastırlar hakkında derinlikli bir konuşma yaptı. Daha sonra, onun etrafını çevrelemiş olan kalabalığa karıştım. Benim gibi birçok Türk akademisyenin yegâne avuntusu olan akademik merak ile duygularımı geçiştirdim.
kongrenin devamı, alanımızda tam bir güç gösterisi oldu. Eş zamanlı birçok oturum düzenlendi, bununla beraber hiçbiri dinleyicisiz kalmadı. Bir meslektaşımın bana hatırlattığı gibi, bu Bizans çalışmalarının dünya kupası değil, her dakika farklı becerilerin ortaya konduğu bir olimpiyattı. Hem kariyerinin başında hem de daha tecrübeli birçok meslektaşımın mükemmel makaleler sunmasını izledikçe keyifsizliğim daha da azaldı. Daha çok çalışmak ve daha çok düşünmek için motive olmuştum. Yine de kongre İstanbul’da olsaydı nasıl gurur duyacağımı, kentimi yabancı meslektaşlarıma “kimisi kaos diyor, bizse yuva!” diyerek nasıl göstereceğimi düşündüm durdum. Bu düşünce hep zihnimde olacak ve belki yıllar sonra bir gün, İstanbul’da düzenlenen Bizans Olimpiyatları’na katıldığımda bunu ifade edebileceğim.
Pırıl Us-MacLennan, Ghent Üniversitesi, Edebiyat Bölümü, Doktora Adayı
Çeviri: Aslı Candaş Schaeferdiek