Eski dünyanın çok tanrılı şehir panteonunu yerle bir eden ilk isyancı şehir Kudüs’tür. Kimliği tek tanrı inancıyla şekillenen bu kutsal şehir, üç evrensel semavî dinin yeryüzünde buluştukları, inanç sarkacının barış ile savaş arasında sürekli salındığı bir ortak yaşam alanını temsil eder. Ordular, siyaset haritasının farklı noktalarından bu kenti fethetmek için yola çıkarlar. Surlarının önünde iktidarlar taht değiştirir; kubbelerinde hilalin yerini haç, haçın yerini hilal alır. Yeryüzü saltanatında hak iddia eden hiçbir otorite yoktur ki, bu şehrin tarihine mührünü basmamış, adını künyesine kazımamış olsun. Yine de Kudüs, saf inanç adına zihinlerde yaşatılan evrensel bir kurgudur. Dinî mitolojilerle kuşatılmış farklı hayat tarzları, bu kurgu içinde Doğu’ya ait renklere ve giysilere bürünürler. Yabancı fatihler bile bir kuşak sonra bu şehrin yerlileri arasına katılırlar.
Kudüs’ün dar, dolambaçlı sokaklarında peygamberler dolaşır, meydanlarında vaaz verirler, mabetlerinde mucizeler gösterirler. Şehrin arkaik ruhu, bu olağanüstü yaşantıların üzerinde yükselir. Bu nedenle canlandırdığı imge yalnızca kutsalla bağlantılı bir yeryüzü cenneti tasarımını ayakta tutar. Kurtuluş için çalınacak ilk kapı, günahtan arınmak için yürünecek dikenli yol, kefaretin ödeneceği ve ruhun göğe yükseleceği tek yer bu şehirdir. Hz. Dâvûd’dan Hz. Süleyman’a, Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar insanlığı yeniden inşa edenler, bu şehirde bir işçi gibi çalışmışlar, kutsal sözün evrensel mekânını kurmuşlardır.
İ.Ö. 4. binyıla uzanan tarih, Kudüs’ün geçmişi hakkında bir fikir verebilir. Ancak Hz. Dâvûd’un Yahudilere kral olup “ahid sandığı”nı bu mütevazı yere getirdiği andan itibaren şehrin kaderi, tarihe yön veren büyük güçlerin eline geçmiştir. Hz. Dâvûd’un yarattığı cazibe, oğlu Hz. Süleyman’ın yaptırdığı muhteşem mabetle âdeta taçlanır. Ancak yeryüzünde yaratılan bu cazibe, tanrının lânetini de beraberinde getirir. Mısır, Asur, Pers ve Makedon istilâları, doğru yoldan ayrılan şehir halkına tanrının yağdırdığı lânet olarak yorumlanır. Eski metinlerde sıkça tekrarlanan bu lânetlenmiş şehir teması, aynı zamanda Kudüs’ün kültürel ve toplumsal kimliğini kutsal ahlâk terazisinde tartan siyasî retoriği de doğurur.
Doğu Roma İmparatoru Constantinus’un annesi Helena’nın İ.S. 326’da Zeytindağı’nda bir kilise yaptırması ve imparatorun 333’te verdiği emirle Hz. İsa’nın çarmıha geridiği tepeye Anastasis (Holy Sepulcher) Kilisesi’ni inşa ettirmesi, Doğu Hıristiyanlığının tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten itibaren Kudüs, Hıristiyanlığın kutsal ziyaret yerlerinin başında gelecek ve zaman içinde giderek artan hac yolculuklarının son noktasında yükselen “Kutsal Şehir” imgesini temsil edecektir. Ancak bu imge Hz. Ömer’in 638’de şehri teslim almasıyla Müslümanların da ortak oldukları bir inanç zenginliğine ulaşacaktır.
Emevîler döneminde Kudüs’ün manevî kimliğini, İslâm sembolizminin iki önemli yapısı tanımlar: Kubbetü’s-Sahra ve Mescid-i Aksa. Halife Abdülmelik b. Mervân tarafından yaptırılan Kubbetü’s-Sahra, Hz. Ömer’in inşa ettirdiği mescidin temelleri üzerinde yükselir. Binanın yerleştiği kutsal kaya (Hacerü’l-Muallak), yaygın rivayete göre Hz. Musa’nın kıblesidir. Ayrıca Hz. Muhammed’in Miraç yolculuğuna buradan yükselerek başladığı rivayeti de bu mekânın Müslümanlar arasındaki önemini artırmıştır. Mescid-i Aksa ise yapımı Hz. Dâvûd’a kadar uzanan köklü bir tarihe sahiptir. Bu mabedin ilk mimarı Hz. Süleyman’dır. Yapımı yedi yıl sürmüştür. Kudüs’ün tarih boyunca uğradığı felâketler sonucunda pek çok kez yıkılmış ve yeniden yapılmıştır. Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde de bu yeniden inşa faaliyeti devam etmiştir. Mescid-i Aksa’nın İslâm inancındaki önemi, burasının Hicret’ten bir süre sonra “kıble” olarak kabul edilmesidir. Mescid-i Aksa, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî ile birlikte Müslümanların ibadet ve ziyaret amacıyla gitmeleri istenen kutsal yerler arasındadır.
Kudüs’ün tarihinde hiç şüphe yok ki en tartışmalı dönem 1099’da başlayan Haçlı krallığı dönemidir. Şehir 15 Temmuz 1099’da I. Haçlı seferine katılan Latinler tarafından ele geçirilir. Bu savaş esnasında şehir halkının neredeyse tamamının Haçlı ordusu tarafından katledilmesi, sonuçları bugün bile tartışılan siyasî ve etik sorunların başlangıcını oluşturmuştur. Kudüs’ün ilk latin yöneticisi, kral ünvanını değil, “Kutsal Mezarın Bekçisi” ünvanını kullanan Godefroi de Bouillon’dur.
İlk Haçlılar, kısa sürede Kudüs ve çevresinin temsil ettiği Doğu kültürünü benimsediler. Giyim kuşamdan yeme içmeye, gündelik hayatın en ince ayrıntılarına kadar yerli kültüre kapılarını açtılar. Pek çoğu Arapça öğrendi ve bu sayede İslâm düşüncesiyle tanıştı. Ancak daha sonraki Haçlı kuşakları bu durumu bir yozlaşma olarak kabul ettiler. Yaklaşık bir yüzyıl sonra Kudüs’e gelen yeni Haçlılar, karşılarında Doğu kültürü içinde erimiş bir Latin dünyası bulmuşlardı. Bu dönüşümü yadırgayan ve amaçları kilise dogmalarını yaşatmak olan bu kuşak kısa sürede bölgedeki karşılıklı anlayış dengesi üzerine kurulu hayat düzenini altüst etmekte gecikmeyecekti. Aralarında Renaud de Châtillon ve Guy de Lusignan gibi serüvencilerin de bulunduğu bir grup Haçlı, yarattıkları terör ortamıyla kendi sonlarını da hazırladılar. Şehir 1187’de Selâhaddin Eyyubî tarafından fethedildi ve böylece bir defa daha haçla hilâl yer değiştirdi.
Kudüs’ün ve Kutsal Topraklar 1253’te Eyyûbîler tarafından Memlûklara bırakıldı. Şehrin bu dönem tarihi 1516’daki Osmanlı fethine kadar sürecektir. Hiç şüphe yok ki bu dönemin en önemli özelliği, Memlûklar tarafından uygulanan şehir yönetim geleneğinin sistemleşmesidir.
Osmanlılar idari açıdan Filistin bölgesini Suriye eyaletinin bir parçası olarak gören eski Memlûk geleneğini korudular. Ancak bu ana çerçevenin içinde kendi idari düzenlerini de kurdular. Bu anlayışa göre Kudüs Sancağı, Kudüs, el-Halil ve Beni Amr nahiyelerinden oluşuyordu. Zaman içinde Beni Amr nahiyesi idarî açıdan önemsiz kabul edilip kaldırıldı. Öte yandan merkezî Osmanlı yönetimi Gazze’ye ayrı bir önem veriyordu. Bu şehrin yöneticisine eyalet valisi olma hakkı tanınmıştı.
Yeni dönemde uygulanan idarî taksimatın temelini Osmanlı timar sistemi oluşturuyordu. Bunun yanında Kudüs Sancağı’nın vakıf arazisi statüsündeki ekili toprakları büyük bir alan kaplıyordu. Bu arazilere daha sonraki yüzyıllarda, özellikle 17. yüzyılda aynı statüde yeni araziler eklendi. Topraktan alınan vergilerin düşük tutulması, öncelikle dış göçü engelledi ve Kudüs’ün çevre yerleşimlerle birlikte nüfusunun artmasına yol açtı. Kudüs’le birlikte Gazze ve Safed bölgenin en yoğun nüfusa sahip şehirleriydi. Yerel ekonominin canlılığını koruması için Osmanlı yönetimi Yahudi ve Hıristiyan cemaatlarına gerekli ticaret serbestliğini tanımıştı.
Merkezî Osmanlı yönetiminin 17. yüzyıldan itibaren zayıflamaya başlaması, Kudüs’te de hissedilen bir siyasî güvensizlik ortamı yaratmıştır. Hac ve ticarî kervanların bedevîler tarafından yağmalanması, Latin kilisesi ile Rum ve Ermeni kiliseleri arasındaki anlaşmazlıklar, İstanbul’a iletilen ve acil çözüm istenen konulardı.
1798’de Mısır’ı işgal eden Napoleon Bonaparte’ın Kutsal Topraklar hakkındaki planı, Fransa’nın Haçlı döneminden kalma iddialarına dayanıyordu. Napoleon, Gazze ve Remle’yi işgal ederek planını uygulamaya başladı. Ne var ki Akkâ’da Cezzar Ahmed Paşa’ya yenilmesinin ardından 1799’da Kutsal Topraklar’dan çekilmek zorunda kaldı. Ancak bu çekiliş Batı siyasetinde bir boşluk yaratmadı. “Doğu Sorunu” olarak bilinen projenin mimarlarından İngiltere bu boşluğu kısa sürede doldurdu. 19. yüzyıl, bölgede birbiri ardınca çıkartılan isyanların tarihidir. 11 Aralık 1917’de İngilizler Kudüs’e girerek Osmanlı yönetimine son verdiler.
Kudüs ortaçağ boyunca dünyanın merkezi olarak kabul edilmişti. Bu düşünce modern zamanlarda da geçerliliğini korudu. Kutsal şehir, uluslararası diplomasinin yeni haritasında kutsal siyasetin merkezi oldu.
Ekrem Işın’ın Üç Kitaplı Kentler: 19. yüzyıl fotoğraflarında Kudüs ve Kutsal Topraklar sergi kataloğunda yer alan yazısından bir derlemedir.