Bu yazı, Nükhet Sirman’ın Bir Geleneğin Anatomisi: Robert Kolej’in 150 Yılı 1863 – 2013 sergi kataloğunda yer alan makalesinden alınmıştır.
Kızım Feride Eralp (RK 09), RC Quarterly için Berceste Anter (AKK 31) ile söyleşi yaptığında, 97 yaşındaki mezunun, kendi ayakları üzerinde durmayı Robert Kolej sayesinde öğrendiğini söylemesi karşısında şaşırmıştı. Annem Nora Barzilay da (AKK 46), okulunun onun için ne anlama geldiğini anlatırken birebir bu sözleri kullanmıştı. Gerçekten bu görüş, 60’lı ve 70’li yıllarda oldukça yaygındı.
Robert Kolejli kadınların birçoğu, yaşadıkları dönem için pek olağan olmayan kariyerlere yöneldiler. Bunun ilginç bir örneği, annemin sınıfıdır (46 sınıfı). Olcay Neyzi, döneminin ilk kadın çocuk doktorlarından biri oldu ve uzun yıllar Çapa’da çocuk sağlığı ve çocuk endokrinolojisi alanlarında çalıştı. Gene doktor olan Asuman Müftüoğlu, immünolog ve hematolog olup, Cerrahpaşa Hastanesi’nde Behçet hastalığı üzerine araştırmalar yaptı. İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmış olan Gülten Kazgan, tarım ekonomisi alanında uzmandı. Onun da konuşmacı olarak çağrıldığı, tarımda kadınlar konulu bir konferansta bir bildiri sunmam gerektiğinde, karşısında konuşma yapacağım için nasıl korktuğumu hatırlıyorum. Daha sonra, yanıma gelmiş, çalışmamı beğendiğini söylemişti. Gökçe Cansever, Freud’un psikanalitik yaklaşımını Türk okuruna tanıtan bir klinik psikolog olup, çeşitli psikolojik test yöntemleri de geliştirmişti. Betül Mardin, halkla ilişkileri Türkiye’ye getiren ve Bilgi Üniversitesi’nde ders veren bir kişidir. Mardin, Bilgi Üniversitesi’ndeki derslerinden birine beni konuşmacı olarak çağırmış; bu, benim için unutamayacağım bir deneyim olmuştu. Kadınlar ve Cumhuriyet hakkında konuşmaya başlamış, beş dakika sonra öğrencilerin aşırı derecede sıkıldıklarını görmüştüm. Betül Hanım, yanıma gelip bana nazikçe öğrencilerin ilgisini çekmem gerektiğini söylemişti; onun kıvrak zekâsına alışmış bir sınıf söz konusu olduğu için, oldukça zor bir şeydi bu.
Bunlar yalnızca ilk anda aklıma gelen birkaç isim. Annem ise, simültane tercüman oldu, başka birçok Robert Kolej mezunuyla birlikte çalıştı. Bu kadınların hepsi, kendi ayakları üzerinde nasıl duracaklarını öğrenmişlerdi. Annem, okulun yaz kampı sırasında, Şile ormanında askeri kamyon kullanmayı öğrenmek zorunda kaldığını bile hatırlıyor.
Robert Kolej’i eleştirenlerin sayısı az değildi. Bu kişilerin en ünlüsü, Attila İlhan’dı. İlhan, Harper’s Bazaar dergisinin kendisiyle yaptığı bir söyleşide, Robert Kolejli kızların mutsuz evlilikler yaptıklarını öne sürüyor ve niçin böyle düşündüğünü açıklıyordu: “… çünkü bu çocukların mutluluk, evlilik ve aşk hakkındaki fikirleri, bu topluma ait değil. Okudukları okullarda ve öğrendikleri dillerde, bir başka kültürün yansıması olan bir aşk fikri oluşuyor kafalarında”.
Bunun üzerine, Bir süre önce, toplumumuzda egemen olan aşk fikrini ciddi olarak araştırmaya ve bunun, kişinin kendi ayakları üzerinde durmasıyla bir ilgisinin olup olmadığını gözden geçirmeye karar verdim. Araştırmam beni doğrudan ünlü bir Robert Kolej mezununa, Halide Edip’e (1901) götürdü. En azından Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrencilerimden de gördüğüm gibi bir sonuca varmam gerekirse, Halide Edip’in aşk fikrinin, Attila İlhan’ın “kolejli kızlar”ından daha geniş bir kadınlar kesimini etkilediği anlaşılıyor. Taviz vermemecesine kadın-erkek eşitliği esasına dayalı bu aşk fikrinde, kadınlar ister zihinsel alanlarda ister sporda olsun, erkeklerle her tür rekabete girmeye hazırdırlar. Bu yaklaşıma göre kadınlar, erkeklere, eğer kendileriyle aynı düzeyde görüyorlarsa, ancak gönüllü olarak teslim –yani, âşık– olurlar. Ama Halide Edip, iki sevme biçimini birbirinden ayırır: Bunlardan biri, tensel ve tutkulu olanı, aşktır; akla ve saygıya dayalı diğeri ise, sevgidir. Sonuçta, Halide Edip (ve romanlarındaki karakterler) ikinci tür sevgiyi yeğlerler.
Halide Edip ile kendinden önceki gelenek arasındaki fark, bu duygulara, öznenin giriştiği “kendi üzerine düşünme”siyle oluşan yi temel alan bir içselliği kazandırmasıdır. Halide Edip’in Londra’daki gönüllü sürgünü sırasında yazdığı Hatıralar’ı, bu içselliğe sahip bir öznenin oluşum unu sürecini gösteren bir metindir. Tıpkı yazarın romanlarındaki karakterleri gibi, bu özne karmaşık bir özne olup, birbiriyle çelişen duygulara sahiptir. Söz konusu duyguları açımlamak gerekir, bu da gerçekten oldukça zor bir iştir. Başlarken, özne olduğunu bilmeyen bir özne ile karşılaşırız; dolayısıyla, Halide Edip anılarına kendisini üçüncü tekil kişi şeklinde anlatarak başlar. Bu bir ölçüde yabancı benlik, zamanla tanıdık görünmeye başlar, ama benliğin kendisine gene dışarıdan, bir yabancıyı seyreder gibi baktığı anlar da vardır. Kendisi için Bu tür bir içselliği kuranartık kelimenin tam anlamıyla öznedir; yani eylem ve seçimlerinin bütünüyle bilincinde dir. İsteyerek evliliğin ve milletin öznesi haline gelebilecek olan özne de budur, Attila İlhan’ın yakındığı liberal bireyci özne de, budur.
Ama siyasete giren de, bu öznedir. Başlangıçta, Sultanahmet konuşması zamanında, özne kendini siyasetin içine savruluvermiş gibi hisseder, ne söyleyeceğini bilemez ve söylediklerinin bilincinde değildir. Ama bu özne Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüp dağılma süreci içinde yer aldıkça, okur onun yeni fikirler geliştirdiğini, birçok meselede belirli bir tutum takındığını ve genç Cumhuriyet’in önderleriyle ideolojik ihtilafa düştüğünü görür.
Aşk ve siyaset. Halide Edip’in kolejli kızlara bıraktığı miras bu mudur? Aslına bakılırsa, birçok Robert Kolejli kadın ikisini de yaşamış ve ikisi hakkında yazmıştır. Ama belki de, asıl düşünülmesi gereken, ne tür bir siyasetin ve ne tür bir sevginin içine girdikleridir. Kişinin kendi ayakları üzerinde durması, Halide Edip’in metinlerinde betimlenen türden bireyciliğin altyapısını oluşturur. Dolayısıyla, belli ki, siyasete girdiklerinde, Robert Kolejli kadınlar kolay kolay başkalarının fikrine biat etmezler ve öyle görünüyor ki aynı şey evlilik için de geçerlidir.