Bir asır önce, Balkan Savaşları’nın zirveye ulaştığı bir aşamada Bulgar kuvvetleri Makedonya ve Trakya’ya girdi ve nihayet, uzun süren bir kuşatmadan sonra, 26 Mart 1913 tarihinde Edirne’yi ele geçirdi. Şehri kısa bir süre ellerinde tutabilen Bulgarlar “Odrin”deki varlıklarının kalıcı olacağını düşünüyorlardı ve fethin üzerinden ancak bir hafta geçmişti ki Çariçe Eleanor şehri ziyarete geldi. Bulgar ordusuyla dolaşan birkaç arkeoloji “araştırmacısından” biri ve daha sonra başbakan olan Bogdan Filov’un o dönemden kalan fotoğraflarına yakın zaman önce yayımladığı bir kısa yazı eşlik ediyor. Şöyle yazmış:
Odrin’e vardıktan sonra Kraliçe ile tanıştık… Bize Sofya’da bir komite kurulduğunu ve bu komitenin “Sultan Selim” camiini kiliseye çevirmek istediğini söyledi. Kraliçe elbette buna karşı çıkmıştı ve bizden kendisini desteklememizi bekliyordu. Bana kalırsa en iyisi mimari önemi haiz anıtların devlet tarafından sahiplenilmesi ancak ziyarete açık tutularak Türklerin onları kullanmalarının sağlanması olacaktır.[1]
Tartışma konusu cami Mimar Sinan’ın başyapıtı, Osmanlı mimarisinin simge anıtlarından biri, Ayasofya’nın ölçülerini geçen ve büyük selatin camilerinin ilki olan Selimiye Camii’ydi (1569-75).[2] Ne var ki temmuz ayında Bulgar ordusu geri çekilmeye başlayınca Edirne tekrar Osmanlı kontrolüne geçti ve bu olay unutuldu.
Bugün geriye dönüp bakıldığında tarihi bir caminin kiliseye dönüştürülmesi önerisi bize çok şaşırtıcı gelebilir; fakat Amerika Birleşik Devletleri ve başka birçok Hıristiyan ülke Bulgarlara yüksek sesle destek vermişti. Buradaki nihai amaç İstanbul’un fethedilmesi ve Ayasofya Camii’nin tekrar kiliseye dönüştürülmesiydi. Bu da bize son derece şok edici bir amaç gibi görünebilir ama Batı’da düzenli olarak ve tekrar tekrar savunulan bir girişimdi.
İstanbul ancak 1930 yılında resmen İstanbul olmuştu. Bu tarihten önce birçok isimle anıldıysa da Batı dünyasının nerdeyse tamamı için Doğu’nun efsanevi ticaret merkezi ve yok olmuş bir imparatorluğun başkenti Konstantinopolis olarak kalmıştır (şek. 1). Antik çağ üzerine eğitim almış bir seyyah için Konstantinopolis, her ne kadar biraz hırpalanmış ve Doğulu bir cilayla kaplanmış olsa da antik dünyanın son büyük şehriydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma döneminde Avrupalı turistlerin her tarafında çöküş ve yıkım gördükleri bu başkent, çağdaş şehirlerin durumuna çarpıcı bir alternatif sunuyordu. Arkeologlar, eğer bu cilayı kaldırabilselerdi, tıpkı on yıllar önce Atina’da olduğu gibi şanlı bir geçmişin kalıntılarının, antik Yunan-Roma kültürünü koruyan ve aktaran unutulmuş bir medeniyete tanıklık eden eserlerin ortaya çıkacağını hayal ediyorlardı.[3]
Bizans antik Yunan-Roma geleneğinin devamını temsil ediyordu ve bu yönüyle incelenmeye değerdi. Dahası, Hıristiyan bir geçmişe sahipti ve İslam dünyasına hala şüpheyle yaklaşan Hıristiyan Avrupa için bu son derece önemliydi. 18. ve 19. yüzyıllardaki Avrupa emperyalizminin şekillendirdiği yaklaşıma göre Osmanlı İmparatorluğu dekadan, akıl dışı ve kavgacı olarak görülüyordu. Bunun aksine Bizans Konstantinopolisi, Alexander Van Millingen’in 1899 yılında yazdığı gibi, “korkunç düşmanların saldırıları karşısında insanlık için daha ulvi bir yaşamı savunmuş ve insanların esenliği yolunda büyük bir hizmette bulunmuştur. […] Şehirdeki arkeolojik araştırmalara asalet ve önem katan şey de budur.”[4] Yani, gün yüzüne çıkartılmayı bekleyen geçmiş bugünün gerçekliğinden tamamıyla farklı bir şeyi temsil etmekteydi; bu haliyle mevcut rejime meşruluk veya simgesel destek sağlayabilecek bir şey değildi. Geçmişi modern bir kimlik inşa etmek için kullanan diğer uluslardan ve başkentlerden farklı olarak Konstantinopolis’in Osmanlı öncesi geçmişi, Hellen ve Hıristiyan özellikleriyle çifte bir leke taşıdığından bugünle çarpıcı bir karşıtlık oluşturuyordu. Bu tuhaf geçmiş Osmanlılara hiçbir simgesel sermaye sunmuyordu; mevcut rejime yalnızca fethedilmiş olmasıyla, yani kiliseleri cami olarak kullanılmaya ve iktidar mekanları incelenmeden kalmaya devam ettiği müddetçe güç katabiliyordu. Bugün bile İstanbul’da şehre Konstantinopolis demek radikal bir siyasal ifadede bulunmak anlamına geliyor.
Benim gibi Bizans araştırmacıları siyaseten yanlış olmaya, dini anıtlarımızın başka bir dinin işlevsel ve simgesel gereksinimlerini karşılamak üzere yeniden düzenlenip camiye dönüştürülmesine ve karmaşık bir “ölümden sonra yaşamın” getirdiği tüm zorluklarla uğraşmaya alışmışlardır.[5] Bizans mimari tarihi yazılırken sonraki dönüşümler, eklemeler ve (çoğu zaman göz ardı edilen) değişen anlamlar dar bir dönemsel yaklaşımı dengeleyecek şekilde ele alınmalı ve daha kapsamlı bir tarihsel bakışa dahil edilmelidir. Binalar hiç bitmeyen bir oluşum süreci yaşarlar ve onları yaratıldıkları anda sabitlemek onlardan öğrenebileceklerimizi fazlasıyla kısıtlar. On yıl önce İstanbul’daki Zeyrek Camii’nin—12. yüzyıl Bizans Pantokrator İsa Manastırı—restorasyonunda çalışırken yaptığımız kuramsal tartışmalar çoğu zaman çok temel konularda takılırdı. Örneğin, eksik oldukları yerlerde hangi tür saçaklar restore edilmeliydi—Bizans mı, Osmanlı mı yoksa Cumhuriyet dönemi saçakları mı?[6] Binayı 12. yüzyıldaki biçimine göre restore etmek çok daha kolay olacaktı. Fakat eğer binayı tarihinin bir toplamı olarak anlayacaksak birbiriyle uyumsuz eklemeleri görmezden gelemezdik; ama bu keskin tarihsel zıtlıklar nasıl uzlaştırılabilirdi? Ayrıca, bina uzun bir Osmanlı tarihine sahipken ve hala cami olarak işlev görüyorken sadece Bizans tarihini ön plana alabilir miydik? Bunlar gerçekten zor sorulardı. Tarihsel koşullar basit bir çözüm sundu: George W. Bush’un 2004 yılında İstanbul’da yapılan NATO toplantısı ziyaretinden sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü iznimizi iptal etti ve projeyi belediyeye verdi. Binanın Bizans tarihi şimdiki dini işlevi karşısında geri adım atacaktı.
Bizim bir bakıma longue durée kavramını odağa alan yaklaşımımız arkeolojiye ve tarihsel korumaya yönelik nispeten yeni, ekümenik bir tutumu temsil ediyordu ve bu da örneğin modern Yunanistan’daki ateşli milliyetçilikte görülene benzer, önceki yüzyıllara ait tutumlarla büyük bir zıtlık sergiliyordu. Erken 20. yüzyıl Selanik’inde Osmanlıların yaptığı tüm mimari değişiklikler ortadan kaldırılmıştır, dolayısıyla bugün çoğu Bizans kilisesi Osmanlı dönemlerinden hiçbir iz taşımıyor.[7] Kutsal Havariler Kilisesi veya Ayasofya gibi çok sayıda binanın restorasyon öncesi halleri neredeyse tanınamaz durumda. Selanik Ayasofyası’nda tarih öyle etkili bir şekilde silinmiştir ki bunun sonucunda araştırmacılar minarenin kaidesini Bizans çan kulesinin kalıntısı olarak yorumlamışlardır.[8]
Zeyrek Camii’nde çalışırken fark ettiğim en temel şeylerden biri Bizans kiliselerinin camiye dönüştürülmeye pek de elverişli olmadıklarıydı—en azından sadece işlevsel açıdan. 6. yüzyıldan sonra çoğu Bizans kilisesi kamusal değildi, küçük cemaatler ve özel ibadet için hizmet veriyorlardı, bu yüzden planlarına anıtsallık yerine yan şapeller, narteksler (cemaat yerleri) ve çevredalızlarla Bizans dini pratiklerinin giderek zenginleşen doğasını yansıtan bir karmaşıklık hakimdi. Fenari İsa Camii (Tou Libos Manastırı) gibi binalarda Osmanlıların yaptığı değişikliklerde, cemaatin toplu ibadeti için mekanı birleştirmek amacıyla duvarlar ve sütunlar kaldırılmıştı.[9] Bu duruma bir de odağın doğudan Mekke’ye doğru kaydırılması eklendiğinde karmaşıklık ve çelişki kaçınılmaz olmuştu. Örneğin İstanbul’daki Fethiye Camii (Theotokos Pammakaristos Manastırı) öyle değiştirilmiştir ki Bizans araştırmacıları hala bu binanın yapılış tarihini çözememektedirler (şek. 2 ve 3).[10] Bu tür dönüştürmelerin nedeni asla sadece işlevsel değildir.
Erken dönem Osmanlılar için kiliselerin dönüştürülmesi ülkenin simgesel olarak temellük edilmesinin bir parçasıydı: hakimiyet ve İslam varlığı her zaman fethedilen bir şehrin ana kilisesinin camiye dönüştürülmesi eylemiyle ifade ediliyordu, tıpkı İznik’teki Ayasofya Camii’nde olduğu gibi.[11] İlginçtir ki 1326 yılında fethedilen Bursa’da şehrin ana kilisesinin camiye dönüştürüldüğüne dair bir kayıt yoktur, ancak iki Bizans kilisesi Osman ve Orhan için anıt mezar olarak kullanılmak üzere temellük edilmiştir. Bu iki bina da 19. yüzyıldaki bir depremde yıkılmıştır fakat eski çizimlerde görülmektedirler. Yakın zaman önce Suna Çağaptay’ın değindiği gibi ben de Bizans kiliselerinin Osmanlı hanedanının kurucularının mezarlarına ev sahipliği yapmak üzere dönüştürülmesini çeşitli anlamlarla yüklü bir eylem olarak görüyorum.[12]
Bizans yapılarının işlevsel olarak temellük edilmesinin taşıdığı simgesel önem ister Hıristiyan ister Müslüman olsun o dönemin tanıkları için gayet netti. Fiziki müdahale çoğu zaman azdı ve figürlü bezemeler hemen tahrip edilmiyordu. Dış kısma bir minare, içeriye bir mihrap ve diğer gerekli unsurlar eklenir, böylece binanın aynı anda hem kilise hem de cami olarak algılanabileceği bir geçiş görüntüsü oluşurdu. Binanın simgesel anlamda bir fetih ve hakimiyet anıtı olması amaçlanırdı. Önemli olan söz konusu binanın eskiden bir Hıristiyan kilisesi olduğunun ama artık böyle bir özelliği bulunmadığının açıkça fark edilmesiydi.[13] Başlarda, Konstantinopolis’teki Ayasofya da dahil olmak üzere birçok dönüştürülen yapıda orijinal iç bezemelerin çoğu olduğu gibi bırakılmıştı, ancak dini açıdan daha muhafazakar sonraki nesiller için gözle görülür Hıristiyan unsurlar daha başka anlamlar taşıyordu.
Bilindiği üzere Fatih Sultan Mehmet, Konstantinopolis’in 1453 yılında fethedilmesini izleyen ilk resmi iradelerinden biriyle Ayasofya’yı camiye çevirmişti ve bu açıkça simgesel bir eylemdi.[14] Bu işlem çok az fiziki müdahale içermiş, hatta binanın ismi bile aynı kalmış, Türkçede Ayasofya Camii olmuştu. Ne var ki temellük edilmiş bir yapı olarak boyutları ve çağrışım gücüyle görenleri simgesel bir okumaya davet ediyordu. Ayasofya’nın kiliseden camiye çevrilmesiyle ilgili iki nokta bizim tartışmamız açısından önem taşıyor. Birincisi, Ayasofya için İslami bir anlatı ve bir Osmanlı miti yaratmak gerekiyordu. Stefanos Yerasimos ve Gülru Necipoğlu’nun gösterdiği üzere Osmanlı metinleri, Ayasofya’yı Osmanlı bağlamına konumlandırmak ve selatin camiine çevrilmesini haklı göstermek için Bizans anlatılarına da yaslanarak tarihi ve miti harmanlamıştı.[15] Bu metinlerden birine göre Hz. Muhammed’in doğum günü olan Mevlid Kandili gecesi çöken yarı kubbe ancak Mekke’den getirilen kum, Zemzem kuyusundan alınan su ve peygamberin tükürüğüyle karılan bir harçla tamir edilebilmişti. Zaman içinde Ayasofya’ya, aralarında ilk minarenin, mihrabın ve diğer camii eşya ve döşemeleriyle kutsal emanetlerin de olduğu İslam ve Osmanlı simgeleri eklendi.
Beş asır sonra Atatürk benzer bir simgesel dönüşüm gerçekleştirdi; Türk devletini sekülerleştirdiği gibi cumhuriyetin kuruluşunu takiben Ayasofya’yı da sekülerleştirdi. Gazi Mustafa Kemal’in “Atatürk” soyadını aldığı gün olan 24 Kasım 1934’te Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu bu yapının müzeye çevrilmesi gerektiğine karar verdi:
İstanbul’da bulunan ve emsalsiz bir mimari sanat anıtı olan Ayasofya Camii’nin tarihsel önemine binaen müzeye çevrilmesi tüm Doğu alemini memnun edecektir; bu anıtın müzeye çevrilmesiyle insanlık yeni bir bilgi kurumu kazanmış olacaktır.[16]
Atatürk’le tanışan Thomas Whittemore daha 1931 yılında mozaikleri açığa çıkarmak için izin almıştı. Bunlar Gaspare Fossati’nin 1847-1849 yılları arasında yürüttüğü restorasyon çalışmasında açığa çıkarılmış fakat aceleyle kaydedilip belgelendikten sonra dini hassasiyetler gereği tekrar kapatılmıştı.[17] Whittemore kendi öyküsünü şöyle abartmıştı: “Onunla konuştuğum gün Santa Sophia camiydi. Ertesi sabah camiye gittiğimde ise kapıda Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazılmış bir duyuru vardı ve ‘Müze tamirat dolayısıyla kapalıdır’ diyordu.’”[18]
Kuşkusuz sekülerleşme Atatürk’ün siyasal vizyonuyla ve modern Türkiye’yi Batı medeniyetinin bir parçası olarak yeniden şekillendirmeye yönelik uygarlaştırma misyonuyla uyumluydu. Yine de önceki elli yıl boyunca Ayasofya’yı kilise olarak yeniden açmak için düzenli ve sürekli çağrılar yapılmıştı. New York Times gazetesinde 1877 yılında yayımlanan bir makale şöyle başlıyordu: “St. Sophia’nın minarelerinin üstündeki hilalin yerini ne zaman haç alacak veya bizzat minareler ne zaman ortadan kaldırılacak da kilisenin silueti eski zamanlardaki haline geri dönecek? Bunu hiçbir kahin bilemiyor.”[19] Aynı makalede “Türklerin de tamamen reddetmediği”, yapının tekrar Hıristiyanlığın eline geçeceği yönündeki köklü Yunan inancına da yer veriliyordu. Aynı gazetede 1912 yılında yayımlanan bir makalede Osmanlı başkentine ilerleyen Bulgarların yakın zamanda St. Sophia’nın tepesine haç dikeceği öngörülüyordu.[20] On yıl sonra, Ayasofya’nın kiliseye geri çevrilmesi Yunan megali idea düşüncesinin en önemli önceliklerinden biri haline geldi.[21] İngiltere çapındaki filhelenik gruplar St. Sophia’yı Kurtarma Komitesi kurup 1919 yılında manifestolarını yayımladılar. Ayasofya’yı Hıristiyanların kullanımına geri kazandırma fikri Avrupalıların şehirle ilgili özlemlerini temsil ediyordu ve dönemin başat siyasi figürleri tarafından da destekleniyordu.[22] Birinci Dünya Savaşı’nı ve Osmanlı’nın dağılmasını takip eden tartışmalarda bu ideali hayata geçirmek tamamen mümkün görünüyordu. 1921 yılında New York’taki Aziz John Katedrali’nde Ortodoks ve Episkopal ruhbanlar tarafından özel bir ayin düzenlendi ve Ayasofya’nın tekrar Hıristiyan bir mabet olması için altı dilde dualar edildi (Macarca, Yunanca, Arapça, Rusça, Sırpça ve İngilizce).[23] Katedral ayin için hıncahınç dolmuştu ve birçok kişi kapıdan geri çevrilmişti. Benzer ayinler eş zamanlı olarak Washington D.C., St. Louis, Detroit, Newark, Philadelphia ve Chicago’da da düzenlenmişti. 20. yüzyıl başlarında neredeyse bütün Batılı yorumcular aynı arzuyu dile getiriyordu çünkü onlar için Osmanlı camisi ancak kutsala bir saldırı anlamına geliyordu. İnsan Atatürk’ün bu yapıyı sekülerleştirme kararının bir çeşit uzlaşma, yani Hıristiyan Batı’nın hep bir ağızdan dile getirdiği arzuları karşısında bir savunma stratejisi olup olmadığını merak ediyor.
Yetmiş dokuz yıl sonra Ayasofya hala Türkiye’nin en popüler müzesi olma niteliğini koruyor.[24]
Tüm bunlar Türkiye’de son günlerde yaşanan olaylar yanında eski tarih gibi görülebilir. 2011 yılının Kasım ayında İznik’teki (Bizans döneminde Nikaia) Ayasofya tekrar cami olarak açıldı (şek. 4). Esasen kilise olan ve erken dönem kilise konsillerinin en önemlilerinden birine (M.S. 787 yılında ikona kırıcılık hareketinin ilk evresini sona erdirmek için toplanan konsile) ev sahipliği yapan bu bina Bithynia’nın Osmanlılarca fethedilmesinden sonra camiye çevrilmiş, ardından Mimar Sinan tarafından donatılmıştı. Fakat cumhuriyetin kuruluşundan çok önce harap olmuş ve çatısız bir yıkıntıya dönüşmüştü. On yıllar boyunca ise müze olarak kullanılmış ve son zamanlarda Hıristiyan hacıların ilgisini çekmeye başlamıştı. Daha sonra Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç yasada bir boşluk bularak binanın hiçbir zaman resmen müze olmadığı, dolayısıyla camiye dönüştürülebileceği konusunda üsteledi.[25] Beklenen tepkiler yükseldi: bunun tehlikeli bir emsal oluşturacağını düşünen akademisyenler ve sekülerler bu girişimi şiddetle kınadılar. İslamcılar sevinçliydi, yerel halktan biri şöyle diyordu: “Geç bile kalındı. Aynısının İstanbul’daki Ayasofya’ya da yapılmasını istiyorum.” Aslında bu yapıdaki Bizans ögeleri korunuyor, belki de her zamankinden daha iyi şekilde. Yine de, artık giriş ücreti alınmıyor olsa bile yerel halk turizmde azalma bekliyor.
Ayasofyalardan birinin tekrar camiye çevrilmesi diğerinin de cami olması yönündeki çabaları artırdı. Konstantinopolis’in Osmanlılarca fethinin yıldönümü olan 29 Mayıs 2012 günü, Anadolu Gençlik Derneği’nin organize ettiği binlerce muhafazakar Müslüman İstanbul’daki anıtın dışında dua edip “Zincirleri kırın! Ayasofya Camii açılsın!” şeklinde slogan attı. Derneğin başkanı Salih Turan “Ayasofya Camii’ni kapalı tutmak çoğunluğu Müslüman olan 75 milyona bir hakarettir. Bu durum Batı’nın bize yönelik kötü muamelesinin bir göstergesidir,” diye konuştu ve ekledi: “Fatih Sultan Mehmet’in torunları olarak Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasını istemek bizim meşru hakkımızdır.”[26]
Bu arada, sanki geçen yüzyılın tarihinden hiç haberdar değilmiş gibi ve 2010 yılında bina içinde bir ayin düzenleme girişimi başarısızlığa uğramış olmasına rağmen, Amerika Özgür Agia Sophia Konseyi ABD Kongresi’nin Ayasofya’nın yeniden bir Ortodoks kilisesi olarak açılmasını desteklemesi için lobi faaliyetlerine devam ediyor.[27] Kısacası bu yapı fiziki biçimiyle hiçbir ilgisi olmayan anlamlarla donatılmıştır; bu anlamların muhtemelen binanın tarihiyle çok az, hatta dinle daha da az ilgisi bulunmaktadır. Siyasal tartışmanın her iki tarafında yer alanlar kültürel hafızayı seçici bir şekilde kullanmakta, bunu yaparken dini ve ulusal kimlikleri harmanlamaktadırlar.[28] Her iki tarihsel dönüştürme çabasında olduğu gibi simgesel çağrışımlar işlevsel anlamlara ağır basmaktadır.
Daha sonra, 2013 yılının başlarında, Trabzon’daki (Bizans döneminde Trebizond) Ayasofya’nın cami olarak yeniden açılacağı duyuruldu. Zengin Bizans freskleri özenle restore edilen bu 13. yüzyıl yapısı son elli yıldır müze olarak kullanılıyordu (şek. 5).[29] Hiçbir zaman tartışma konusu edilmemiş olan bu yeniden camiye çevirme fikri yalnızca yapının ismi yüzünden ortaya atılmış görünüyordu. Fresklere ne olacağı henüz belirlenmedi, şimdilik yapma bir tavanla üzerleri kapatılıp görünmez hale getirildiler. Bu yapı şehirdeki en popüler turistik mekan olduğundan şehrin ekonomisi bu gelişmeden muhakkak etkilenecektir. Yeniden camiye çevirme girişiminin arkasındaki itici güçlerden biri olan Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, Türkiye’deki Ayasofyaların beşi cami olarak işlev görürken ikisinin “faal olmadığını” (yani müze olduğunu) söyleyerek bunları halen elinde bulunduran Kültür Bakanlığı’nı bir “işgalci kuvvet” olarak tanımladı.[30]
Ben bu satırları yazarken bir meclis komisyonu milyonlarca Türkün imzaladığı bir dilekçeyle yapılan, İstanbul’daki Ayasofya’nın yeniden cami olarak açılmasına yönelik başvuruyu değerlendiriyor.[31] Bu defa ciddiler. Doğrusu, tıpkı Birleşik Devletler’deki kürtaj meselesi gibi Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasını desteklemek gerçek mümin için bir turnusol kağıdı işlevi görmeye başlamış durumda. Akademik çevrelerden gelen protestolar herhangi bir etki uyandırmadı çünkü Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcı hükümeti Ayasofya’nın açılmasını “inanç özgürlüğü” yönünde atılan bir adım olarak sunuyor. Ne yazık ki Türkiye’de siyasal saiklerle bezenen bu tartışma neredeyse tamamen dini kavramlarla yürütülüyor ve Türkiye dışından gelen tepkiler de İstanbul’daki Ayasofya’nın Hıristiyan bir yapı olduğu şeklindeki yaygın (yanlış) değerlendirme nedeniyle büyük ölçüde dini bir nitelik taşıyor. Gerçekten de Türkiye dışından verilen tepkilerin çoğu NATO ittifakının kültürel mirastan daha önemli olduğunu düşünen siyasi liderlere değil Hıristiyan dini örgütlere ait.
Ne var ki burada dinden daha fazlası söz konusu zira bu yapı, birbiriyle rekabet halindeki ulusal ve bölgesel tarih anlatılarında köklü bir yere sahip. İnsan hakları politikasının bir parçası olarak UNESCO insanlığın hem somut hem de somut olmayan kültürel mirasını korunmaya değer olarak tanımladı. Ancak ortada Ayasofya gibi simgesel anlamlara sahip bir anıt varsa, her zaman bir çoğunluk anlatısının kabul edilmesi ve diğer tüm tarihlerin susturulması gibi bir tehlike de var. Kültürel mirasın milliyetçi, dini veya başka türlü seçici okumaları tarihsel hafızayı büsbütün silebilir ve geçmişle olan bağları koparabilir—insan bunun gerçekte şimdiki Türk/İslamcı gündemin alt metni olup olmadığını merak ediyor.[32]
Geçen yüzyıldan bu yana ne kadar yol kat ettik? Son dönemdeki birkaç olay bunun cevabını veriyor. 5. yüzyılda yapılmış olan Stoudios bazilikası (İmrahor Camii) İstanbul’da varlığını sürdüren en eski kilise ve şehrin en önemli Bizans manastırının merkezi. 1894 yılındaki bir yangında tahrip olan bu yapı tarihi alan olarak Kültür Bakanlığı’na ait. Ziyaretçilere kapalı tutulan ve artık çatısız bir harabe olan bu yapının zengin çağrışımlarla dolu kalıntıları asla doğru düzgün belgelenmedi.[33] Bir meclis komisyonu bu bazilikanın şimdi camii olarak işlev görmek üzere yeniden inşa edilmesine karar verdi.[34]
Kamuoyu tepkisine rağmen Antalya’daki Kesik Minare de aynı yazgıyla karşı karşıya. Yakınlarda kazılan bu harabe bir Roma tapınağından, bir Bizans kilisesinden, bir Haçlı kilisesinden ve bir Osmanlı camiinden önemli miktarda kalıntı barındırıyor. Birçok farklı tarihi yapıda olduğu gibi eğer yeniden inşa edilirse burasının da çok katmanlı, heterojen tarihi yok olacak.[35]
Bu bağlamda kayda değer bir başka olay da kısa zaman önce yaşandı. Esasında Galata’nın erken 14. yüzyıl Dominiken kilisesi olan Arap Camii 1999 yılındaki depremde küçük çaplı bir hasar gördü ve kubbelerindeki sıvanın dökülmesi üzerine orijinal bezemelerinin kalıntıları açığa çıktı.[36] Ünlü Khora Manastırı (Kariye Müzesi) ile çağdaş olan Arap Camii’nin eşsiz freskleri ve mozaikleri, İtalyan ve Konstantinopolis resminin üslup özelliklerini ve ikonografik temalarını bir araya getiriyor. Bu resimler geç Bizans dönemindeki Bizanslı ve İtalyan zanaatkarların arasındaki yakın çalışma ilişkilerini yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda dönemin siyasal karmaşıklığını da açık seçik gösteriyor. Belki de yakın zamanın arkeolojik keşifleri arasında önem bakımından Theodosius Limanı’ndan sonra ikinci sırada gelen bu resimler 2011 ve 2012 yıllarında tamamen açığa çıkarıldı ve korumaya alındı. Ne üzücüdür ki Vakıflar Genel Müdürlüğü bunların üstünü tekrar kapatmaya karar verdi. Artık bu resimler görülemiyor.[37]
Acaba Türkiye’nin zengin, renkli ve heterojen geçmişinin başına da aynı şey mi gelecek diye merak ediyor insan. En azından Çariçe bu soruya “hayır” cevabını verecek kadar aklıselim sahibiydi.
Yazar: Robert G. Ousterhout
*İstanbul Araştırmaları Yıllığı / Annual of Istanbul Studies dergisinin 2013’te yayımlanan ikinci sayısında From Hagia Sophia to Ayasofya: Architecture and The Persistence of Memory adıyla yayımlanan makalenin Türkçe tercümesidir.
[1] Bogdan Filov, 2 Nisan 1913, Ivo Hadjimishev tarafından yapılan alıntı, The Gipson Archive: Dr. Bogdan Filov and a description of his research mission in 1912-1913 (Sofya: Etnografi Enstitüsü ve Müzesi, 2009), 10.
[2] Gülru Necipoğlu, “Challenging the Past: Sinan and the Competitive Discourse in Early Modern Islamic Architecture,” Muqarnas 10 (1993): 169-80, özellikle 175-76.
[3] Burada ilk kez şu makalede anılan bazı fikirleri tekrar ediyorum: Robert Oursterhout, “The Rediscovery of Constantinople and the Beginnings of Byzantine Archaeology: A Historiographic Survey,” Scramble for the Past: A Story of Archaeology in the Ottoman Empire, 1753-1914, der. Zainab Bahrani, Zeynep Çelik, Edhem Eldem(İstanbul: Salt Garanti Kültür, 2011), 181-211. Geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyılda Konstantinopolis’in geçmişine yönelik yaklaşımları anlamak için ayrıca bkz. Robert Nelson, Hagia Sophia, 1850–1950: Holy Wisdom, Modern Monument (Chicago: University of Chicago Press, 2004).
[4] Alexander Van Millingen, Byzantine Constantinople: The Walls of the City and Adjoining Historical Sites (Londra: John Murray, 1899).
[5] Konuyla ilgili Toplumsal Tarih dergisindeki sayısız makaleye bakılabilir, sayı 229, 2012.
[6] En yeni çalışma için bkz. Robert Ousterhout, Zeynep Ahunbay ve Metin Ahunbay, “Study and Restoration of the Zeyrek Camii in İstanbul: Second Report, 2001-05,” Dumbarton Oaks Papers 63 (2010):235-56.
[7] Daha erken görünümleri için bkz. Charles Diehl, Marcel le Tourneau ve Henri Saladin, Les monuments chrétiens de Salonique (Paris: 1918). Ayrıca bkz. Hadjimishev, Gipson Archive, 36-37.
[8] Apostolos Bakalopulos, “He chronologesis tou kodonostasiou tes Hag. Sophias Thessalonikes,” Byzantion 21 (1951): 333-39.
[9] Jean Ebersolt ve Adolphe Thiers’deki planı (Les églises de Constantinople, Paris, 1913, pl. XLIX) E. Mamboury’nin restore edilmiş planları ile karşılaştırın (Theodore Macridy ve diğerleri içinde, “The Monastery of Lips [Fenari Isa Camii] at İstanbul,” Dumbarton Oaks Papers 18 (1964): resim 5.
[10] Ebersolt and Thiers, églises, pl. LIII; Hans Belting, Cyril Mango ve Doula Mouriki, The Mosaics and Frescoes of St. Mary Pammakaristos (Fethiye Camii) at İstanbul(Washington D.C.: Dumbarton Oaks, 1978), resim A ile Robert Ousterhout, Master Builders of Byzantium (Princeton: Princeton University Press, 1999), resim 82’yi karşılaştırın.
[11] Sabine Möllers, Die Hagia Sophia in Iznik/Nikaia (Alfter, 1994); ardından Urs Peschlow, “The Churches of Nikaia/Iznik,” İznik throughout History, der. Işıl Akbaygil, Halil İnalcık, Oktay Aslanapa (İstanbul: 2003), 201-18.
[12] Suna Çağaptay, “Prousa/Bursa, a city within a city: chorography, conversion, and choreography,” Byzantine and Modern Greek Studies 35 (2011): 45-69; ayrıca bkz. Robert Ousterhout, “Ethnic Identity and Cultural Appropriation in Early Ottoman Architecture,” Muqarnas 13 (1995): 48-62.
[13] Şurada vurguladığım gibi: Robert Ousterhout, “The East, the West, and the Appropriation of the Past in Early Ottoman Architecture,” Gesta 43, no:2 (2004): 167-78.
[14] Bkz. Çiğdem Kafesçioğlu, Constantinopolis/İstanbul: Cultural Encounter, Imperial Vision, and the Construction of the Ottoman Capital (University Park: Penn State Press, 2009), 18-22.
[15] Gülru Necipoğlu, “The Life of an Imperial Monument: Hagia Sophia after Byzantium,” Hagia Sophia from the Age of Jutinian to the Present, der. Robert Mark ve Ahmet Çakmak (Cambridge: Cambridge University Press, 1992), 195-225; Stephane Yerasimos, Légendes d’empire: La fondation de Constantinople et de Sainte-Sophie (Paris, 1990).
[16] Nelson, Hagia Sophia, 180; New York Times gazetesinde 14 Ekim 1934 tarihinde duyurulduğu şekliyle: http://select.nytimes.com/gst/abstract.html?res=F70F12FF3A58177A93C6A8178BD95F408385F9 (erişim tarihi 21 Mayıs 2013)
[17] Cyril Mango, Materials for the Study of the Mosaics of St. Sophia at İstanbul (Washington, D.C.: Dumbarton Oaks, 1962); ayrıca Volker Hoffmann, der., Die Hagia Sophia in İstanbul. Bilder aus sechs Jahrhunderten und Gaspare Fossatis Restaurierung der Jahr 1847-49, (Bern: Peter Lang, 1999), özellikle 139-48.
[18] Lord Kinross, Hagia Sophia (New York: Newsweek Books, 1973), 128.
[19] http://select.nytimes.com/gst/abstract.html?res=F4071EF8385B137B93C2AB1783D85F438784F9 (erişim tarihi 21 Mayıs 2013)
[20] http://select.nytimes.com/gst/abstract.html?res=F10B14FA385813738DDDAD0894D9415B828DF1D3 (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[21] Birçok başka çalışma arasında bkz. Michael Finefrock, “Atatürk, Lloyd George and the Megali Idea: Cause and Consequence of the Greek Plan to Sieze Constantinople from the Allies, June-August 1922,” Journal of Modern History 52 (1980): D1047-66.
[22] Rev. John Albert Douglas, The Redemption of St. Sophia: An Historical and Political Account of the Subject (Londra: 1919); ayrıca Erik Goldstein, “Holy Wisdom and British Foreign Policy, 1918-1922: The Saint Sophia Redemption Agitation,” Byzantine and Modern Greek Studies 15 (1991): 36-64; ve Nelson, Hagia Sophia, 105-28.
[23] http://select.nytimes.com/gst/abstract.html?res=F70911F83F5810738DDDAA0894D9405B818EF1D3 (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[24] US News Hagia Sophia ziyaretini İstanbul’da Yapılacak On İki Şey listesinde bir numarada gösteriyor: http://travel.usnews.com/İstanbul_Turkey/Things_To_Do/Hagia_Sophia_Museum_Church_Ayasofya_60785/ ve “Kimileri bu yapının İstanbul’un eklektik tarihinin bir yansıması olduğunu belirtiyor” diye yazıyor. (erişim tarihi 27 Mayıs 2013).
[25] http://www.nytimes.com/2012/02/09/world/middleeast/the-church-that-politics-turned-into-a-mosque.html?pagewanted=all&_r=0 (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[26] http://blogs.reuters.com/faithworld/2012/05/29/thousands-of-muslims-pray-for-İstanbuls-hagia-sophia-to-be-a-mosque-again/ (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[27] http://www.freeagiasophia.org (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[28] Örneğin bkz. http://www.nytimes.com/1986/04/02/opinion/l-restore-hagia-sophia-for-the-bimillennium-120986.html (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[29] David Talbot Rice, The Church of Haghia Sophia in Trebizond (Edinburgh: 1968); dönüştürmeyle ilgili olarak bkz. Andrew Finkel, “Mosque conversion raises alarm,” The Art Newspaper 245 (Nisan 2013), online baskı: http://www.theartnewspaper.com/articles/Mosque-conversion-raises-alarm/29200 (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[30] http://www.hurriyetdailynews.com/trabzons-hagia-sophia-to-open-for-prayers.aspx?pageID=238&nid=40538 (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[31] http://communities.washingtontimes.com/neighborhood/looking-luke/2013/feb/5/turkish-parliament-considers-converting-hagia-soph/ (erişim tarihi 21 Mayıs 2013).
[32] Bkz. Helaine Silverman ve D. Fairchild Ruggles, der., Cultural Heritage and Human Rights (Springer, 2007), içindeki makaleler.
[33] Wolfgang Müller-Wiener, Bildlexikon zur Topographie İstanbuls (Tübingen: 1977), 147-52.
[34] http://www.zaman.com.tr/gundem_imrahor-camii-100-yil-sonra-ibadete-aciliyor_2043653.html (erişim tarihi 21 Mayıs 2013)
[35] Caminin tarihi için bkz. Gasme Kaymak, Die Cumanin Camii in Antalya. Ihre Baugeschichte und ihre byzantinischen Ursprünge Bauaufnahme (İstanbul: Adalya Suppl. 9, 2010); önerilen dönüştürme için bkz. http://www.sabah.com.tr/Akdeniz/2013/01/13/kesik-minare-cami-mi-olsun-muze-mi (erişim tarihi 21 Mayıs 2013)
[36] Engin Akyürek, “Domenican Painting in Palaiologan Constantinople: The Frescoes of the Arap Camii (Church of S Domenico) in Galata, The Kariye Camii Reconsidered, der. Holger Klein, Robert Ousterhout ve Brigitte Pitarakis (İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, 2011), 327-41; Haluk Çetinkaya, “Arap Camii in İstanbul: Its Architecture and Frescoes,” Anatolia Antiqua – Eski Anadolu 18 (2010): 169-88.
[37] [Yazarsız], “Rönesans İstanbul’da Başladı,” Tarih 39 (Nisan 2012): 34-46.